27 Şubat 2012 Pazartesi

Ve Amerika...

...Michelle Obama'sını oynayacak aktristi buldu:




Gerçi Oscar'ı kucaklasaydı daha anlamlı olacaktı ama elden bir şey gelmez.

26 Şubat 2012 Pazar

Şöyle Böyle

Jude Law aramızda kan uyuşmazlığı olan, kanımın bir türlü ısınamadığı aktörlerden biridir. Hayranlarının kendisini göklere çıkarmasının etkisi, kendisine karşı olan tepkimin başlıca nedenidir de. Hadi moda deyimi de kullanayım tam olsun: Overrated.


Altını bir kez daha çizmek istiyorum: Kendisinin başarısız, kötü bir oyuncu olduğu kanısında kesinlikle değilim. Aman ha! Zaten Hollywood'daki baskınlıkları günden güne artan Ada aktörleri furyasının değerli bir parçası kendisi.

Tartışma da buradan çıkıyor: Ben kendisinin bir projede tek başına ana parça olamayacağı yönündeki düşüncemi koruyorum ve kendisini, fazla göze batmadan ayarı verip gittiği, daha çok Gattaca ve Sherlock Holmes'deki gibi tamamlayıcı veya Closer, Contagion, The Holiday'deki gibi ana parçalardan biri olarak görmek isterim. Fazlası bana olduğu kadar kendisine de zarar...

23 Şubat 2012 Perşembe

Ahududu goes to...

Drive ile birlikte son dönemin en çok merak ettiğim yapımıydı Jin ling shi san chai (The Flowers of War). Nasıl olmasın? En sevdiğim aktörler sıralamasında  başa güreşen Christian Bale, değeri az bilinen afili oyunculardan Paul Schneider, sinemada estetik denince Tarsem Singh ve Wong Kar Wai ile birlikte akla düşen ilk isim olan Zhang Yimou faktörleri, Uzakdoğu Sineması'na olan düşkünlüğüm ile birleşince Voltron'ın oluşması kaçınılmaz hale geldi.



Başlıktan da anlaşılacağı üzere filmle alakalı olarak yazabileceğim en iyi sözler yukarıda olup, bunlar da nötrden ileriye gitmemektedir. Kötü senaryo, kötü sinematografi Hollywood'a öykünmenin sonucu mudur yoksa ben mi eleştirel çıkış noktası arıyorum bilmiyorum ama filmin, parlaklığının altında kaldığı mutlak.


Mesela tarihte aynı dönemi irdeleyen bir başka çalışma ve vasatın üstündeliği tartışma konusu olan The Children of Huang Shi çok daha başarılıdır derdini anlatmak ve samimiyet konularında.

Film temelsiz ve o temelsizliğin üstü o kadar derme çatma ki, oyuncuları eleştirmeye sıra gelmiyor ama ben yine de deneyeyim: Paul Schneider geçerken uğramış gibi değil, hakikaten geçerken uğramış; C.Bale ise Yhang Zimou ile çalışmak için yanlış projeyi seçmiş. 


"Son dönem çalışmalarına bakınca tam bir Nicolas Cage filmi olmuş" saptaması, benim için tam anlamıyla hayal kırıklığı olan The Flowers of War'u özetlemeye yetiyor da artıyor bile.

22 Şubat 2012 Çarşamba

Cehalet Mutluluktur

İkinci bir El Secreto de sus ojos vakası ile karşı karşıyayız. 

Bazı filmler vardır: Seyirci müdahil olmak ister, fakat olamaz, çünkü ok yaydan çıkmıştır bi kere elden bir şey gelmez; olsa bile kendini öyle bir durumda bulur ki müdahil olduğuna olacağına bin pişman olur. İnsanı Araf'ta, iki arada bir derede bırakan, böylesine dehşetengiz bir film Incendies!

Filmin yarattığı psikolojiyle ilgili tek tesellim, gerçek bir hikayeden uyarlanmış olmaması(?)


1+1=...


21 Şubat 2012 Salı

Dizi Yazısı: Modern Family

Modern Family'yi Altyazı dergisi anlatmaya başlasaydı, kim bilir belki anlatmıştır da, cümleye "Mükemmel şekilde formüle edilmiş bir Amerikan dizisi" ile başlardı. Ve bu kanıya katılmamak imkansızlaşırdı.

Arrested Development ile hayatımıza giren belgesel formatı (mockumentary); The Office'de tecrübe ettiğimiz karakterlerin kamerayla baş başa kalıp içlerinin tozlarını aldıkları itiraf köşesi; sıklıkla karşımıza çıkan tipik Amerikan aile yapısı gibi kalıpların çok iyi kullanıldığı bir proje. 

Modern Family'de, yaşadığı coğrafyada çağına ayak uydurmuş, görünür bağlarla birbirine bağlı irili ufaklı üç ailenin hikayesi konu ediliyor. Komedinin olmazsa olmazı: Zıtlıklar, yanlış anlaşılmalar, küçük yalanların yanı sıra karakterlerin çok yönlülüğü dizinin başarısında büyük pay sahibi. Özellikle çocuk karakterler ve çocuksu büyükler arasındaki denge çok iyi kotarılmış. Aileler arasında Phil Dunphy'nin başını çektiği Dunphy Ailesi ise, tek başına sit-com konusu.


Modern televizyona ve modern zamana ait parçaların toplanarak ustalıkla bir araya getirildiği ve bahsi geçen kalıplar içinde kalan, klasik tabirle şimdinin en iyi sit-com'u. Tabi bu denli bir formülasyon içinde özgünlük ne derece aranır, bu izleyiciye kalmış; ama arayanlar için, misal ben, zamanla kalitesini ve çizgisini koruyor olsa bile, ne yazık ki heyecanını yitireceği kesin gibi gözüküyor.

20 Şubat 2012 Pazartesi

'Drive' After Party

Drive "Süper gücü konsantrasyon olan bir adamın hayatından bir kesit"in beyazperdeye olan izdüşümü. 

Film, tanımda da olduğu gibi kesit'in sözlük anlamını tamamiyle karşılıyor. Gelişme bölümünden mütevellit bir hikaye sanki, tanıklık ettiğimiz olaylar örgüsü; öyle ki ilk sahneyle birlikte istim üstündeki yolculuğumuz başlıyor. Yönetmenin seyirciye alışma, adapte olma zamanı, şansı tanımadığı belli. "Bilmediğiniz topraklardasınız, dikkatli olun!" diyor. Tabi yönetmenin mumunun fitili, istediklerini seyirciye dibine kadar yaşatabilmesi için yeterince uzun değil. Seyircinin ortama alışmasıyla süpriz faktörünü yitiren yönetmen, filmin geri kalanına göre etkisiz kalan bir son!a ve elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmış olmanın verdiği rahatlıkla huzurlarımızdan ayrılıyor.

Evet, konsantrasyonu süper gücü olan bir adam var karşımızda: Sürücü. Sevgi ile maksimize ettiği konsantrasyonunu azmiyle yoğuruyor. Adamımızın öncesi ve sonrası meçhul, tıpkı filmin başı-sonu gibi. Nasıl biri olduğu yaptıklarıyla tanımlanıyor, biz tanımlıyoruz. Yani hemen hemen hiçbir şey bilmiyoruz hakkında.

Ryan Gosling'in şimdiye kadar çalıştığı projeler içinde en çok itina gösterdiği filmdi Drive, dolayısıyla "sürücü" de karakter olarak bu kisveden nasibini aldı. Buna rağmen robot gibi oynamak vb. ithamlarla suçlandı. Adamımızın ecel terleri döktüğü, dişlerini sıktığı sahneler göz ardı ediliyor. İtham edilen yakıştırmalarla soğukkanlılık arasındaki farka dikkat çekmek isterim.  Keza gözlerinin içinin güldüğü, oyunlar oynadığı Irene ve Benicio'lu sahneler de unutulmamalı bu bağlamda.

Filmde herşey dozajında hatta o dozajın da altında ve yoğun şekilde verilmiş. Dakikalarca süren araba kovalamaca; kurşunun yağmur olup yağdığı lakin ne hikmetse bitmediği silahlı çatışma; vıcık vıcık aşk sahneleri ve uzayıp giden diyaloglar yok. Herşey kesin ve net. Tıpkı ölümle yaşam gibi.

Paralelin de başka insanların hikayesini anlatan Brick'e çok benziyor atmosfer itibariyle. İç hesaplaşmadan yola çıkarak döngüsel kurgusu itibariyle In Bruges'e de. Tempoyu genele yayma konusundaki yetersizliğiyle de 3:10 to Yuma'ya...

Parçaların, bir araya geldiklerinde oluşturduğu bütünden daha iyi olduğu bir yapım. Gelenekselden kopmadan özgünlük arayışında olması da takdir edilesi bir özelliği olan Drive'ın eksikliklerine rağmen senenin en çok ses getiren işi olması "Acaba..?" sorusunu da beraberinde getiriyor.

17 Şubat 2012 Cuma

I'm your Shoulder Lean Upon

Yuvayı Serdar Kılıç Yapar

On parmağında on marifet doğa adamı Serdar Kılıç 2,5 sene içerisindeki 4. değişik program konseptiyle ekranlara döndü. Bu sefer bir dağ evi/kulübe yapma peşinde.


Daha öncesi de var olan programcılık hayatında kendisini sürekli yenilemesi takdire şayan bir durum. Çünkü yıllardır aynı şeyi yapan, durup durup kendini tekrarlayan ne televizyonculuk olayları biliyoruz; bir de kendilerini, yaptıkları şovları klasik addetmiyorlar mı...neyse.

Serdar Kılıç'ın gıpta edilecek bir sürü özelliği var ama en önemli özelliği: Ne istediğini bilmesi ve onun peşinden gitmesi. 

Yapmak istediğini yapan ve bunu da bildiği en iyi yolla seyirciye aktarmak arzusunda olan bu adam, toplumun ihtiyaç duyduğu rol modellerden biri. 

The Sound of Gain

15 Şubat 2012 Çarşamba

Bağımsızım ben Bağımsız!


Ülkemizde sinemaseverler için pek iyi festivaller düzenleniyor. Baskın olarak dünya sinemasının yanında payı gitgide artan Türk filmleri de bu festivallerde göz dolduruyor. İşte bu göz dolduran yapımların, üstelik bağımsız sinemanın hakkını veren  11.Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali 16-26 şubat tarihleri arasında İstanbul, 1-4 mart Ankara ve bu yıl ilk kez 2-4 mart tarihleri arasında İzmir'de karşımıza çıkacak.


Biletler festival gişelerinde ve mybilette. Filmler; Afm Fitaş Beyoğlu, Afm İstinye Park, Afm Budak Caddebostan, Cinebonus Maçka G-Mall'da. Özellikle beklerim efendim.


http://www.ifistanbul.com/tr/


Köşeli Aşk

14 Şubat 2012 Salı

Dizi Yazısı: Northern Exposure

Dizinin geçtiği mekan Cicely'ye, bilenler için, Kaf Dağı'nın yamacındaki kasaba yakıştırması yapsam eğreti durmaz herhalde. Keza efsanelerle gerçeklerin ince bir perdeyle ayrıldığı, kimi zaman da içe içe geçtiği adeta masalsı bir yer...


Spiritüellliğin tavan yaptığı bu kasaba, kayıp ruhlar, hayatta yeni bir çıkış arayanlar ve kendilerini bulmak isteyenler için bir rehabilitasyon merkezi ve kaderin ağlarını çeşitli yollarla örmesiyle bir araya gelen bin bir çeşit kafadaki insanın bittiği bir felsefe tarlası.

İlk bakışta şehirli bir doktorun mecburi hizmeti nedeniyle gittiği Alaska kasabasında başına gelen tuhaf olayları  izlettirecek gibi algı yaratsa da, bölümler ilerledikçe dizinin hiçbir konuda sınır tanımadığına tanıklık ediyoruz. Tıpkı Cicely'nin sınırlarının genişliğine akıl erdiremeyişimiz gibi. Bu da dizi yaratıcılarının hangi kaynaktan beslendikleri sorusunu beraberinde getiriyor...

Northern Exposure çok iyi olduğu kadar özel de bir yapım. Onun değerini az kişinin bilmesi de, onu daha özel yapıyor.

12 Şubat 2012 Pazar

Yazı Dizisi: Black Books

Resmin Clerks havası estirdiği doğru fakat içeriğe inince aslın öyle olmadığını görüyoruz sevgili dostlarım. Ben bunu pek uzun olmayan amma velakin kayıp olarak nitelendirdiğim bir yoldan öğrendim.

Komedi krizimin tuttuğu bir dönemde araştırmalarım beni Black Books'un olduğu sokağa çıkardı. Hakkında gerçekten iyi yorumlar okudum, üstüne bir de Coupling referansı eklenince "He işte, tamamdır!" dedim. Sonraları(şimdi) teminatım olacak, hepi topu altışar bölümden oluşan üç sezon da oldukça cazip gelmişti açıkçası. Yani kaybedecek pek fazla şey yoktu.

Ne İngiliz dizilerine karşı önyargılı biri, ne de bu diziye karşı yüksek beklentiler içinde olmadığım halde istediğimi bulamadım. Hatta bir ara bırakmayı bile düşündüm, fakat sadece 18 bölümden oluşması bu düşünceme ket vurdu. Gerçi her sezon bir öncekine oranla daha iyiydi, ama yine de o tepe aşılamadı.

Fiziksel komedi(slapstick) sevenler içinse oldukça uygun düşen bir yapım olduğunun altını çizeyim son olarak. Fiziksel komedinin, komedinin kreması olması gerekliliğini savunan bendeniz ise, tek tük güldürüp eğlendirse de zorlama espri anlayışına sahip, zamanın gerisinde bir yapım olarak göreceğim Black Books'u.

11 Şubat 2012 Cumartesi

Yazı Dizisi: Mad Men

Dünyanın kapitalizm başkentinde onu besleyen ana damar: Reklam-Pazarlama Sektörü. 

Bu girizgaha bakınca gerilim faktörü ön plana çıkıyor, dram'ın aksine. İnsanda uyanan ilk izlenim Wall Street, The Firm tarzı entrika yüklü bir hikaye ve onun etrafındaki yaşamlar... 

Tabi The Sopranos ile mafya'yı sadece konsept olarak kullanıp hikayeyi onun üzerine taşıyan Matthew Weiner yaşayan bu sektörü, bu dönemi basamak olarak kullanarak Mad Men'e imzasını atıyor. Her iki yapımda da karakterlere odaklanıp hikayeyi ve diğer etmenleri dolgu malzemesi olarak görüyoruz.

Önemli adamlar-ister kader deyin, ister tesadüf-ve onlara kalan miraslar... Richard Whitman ve Tony Soprano. Onları önemli yapan miraslarının(Don Draper, Sopranos Ailesi) ağırlığı altında yaşamlarını sürdürme çabaları...Hiçbir alakası olmamasına rağmen süper kahraman gibi çifte kimlik taşıyan, adeta, bir anti-kahraman ile ailesinin şeytanları yetmiyormuş gibi kendi şeytanlarıyla da uğraşmak zorunda kalan sıradışı çözümlerin adamının hayatlarına insani bakışlar...Olağanüstü yaşamlarda gerçekçi portreler...

Mad Men, bu bağlamda The Sopranos'tan devraldığı bayrağı o kadar iyi taşıyor ki beni bağımlısı haline getirdi. Geçtiğimiz sezonun bombası Game of Thrones'dan bile daha fazla iple çekiyorum yeni sezonu.

Gerek zaman, gerek coğrafya, gerek sistem olarak bu denli uzakken, herşeyi toplumun en küçük yapıtaşı olan insana indirgeyebildiği için farkını ortaya koyuyor Mad Men. Bunu da anlatmak için Don Draper'dan daha iyisi bulunamaz:


Hem kim demiş erkekler ağlamaz diye!

9 Şubat 2012 Perşembe

Sıkıntı Var!

Bu adamın d.ö.r.t filmini (Magnolia, Boogie Nights ile aynı yapıda olmasına rağmen ayakları yere daha sağlam basan filmken; Punch-Drunk Love tuhaf bir aşk filmiydi. There Will Be Blood'ı ise, üstad Daniel-Day Lewis sağolsun, sevmemek mümkün değildi.) izledim: Ya arkadaş, filmlerin hepsi mi aynı etkiyi gösterir! Başı 40 yılda bir ağrıyan, migren nedir bilmeyen benim bile başıma girmeyen ağrı kalmadı Paul Thomas Anderson'ın filmlerinden sonra. Sağlam yönetmensin haliylen iyi filmler de yapıyorsun, ee gençsin de...


Bu gidişle senden çekeceğimiz var anlaşılan!

8 Şubat 2012 Çarşamba

'Drive' Partisine Davetlisiniz!




Empire Magazine yazarlarının 2011'de 1. sıraya koydukları canımız filmimiz /daha filmi izlemeden, filmi tepelere çıkartmak bu olsa gerek\ Drive, 10 şubatta bu topraklarda vizyona girecek. Filmle ilgili beklentilerim yüksek anlaşıldığı gibi. Ryan Gosling elbette bu beklentileri arttırıyor. Gözden kaçırmadığım ve üzerinde durmak istediğim noktalar ise; Drive'ın birçok festival dolaşması, ödüller alması... Filmin yapım aşamasına geçmesinde çok katkısı olan, hatta yönetmeni bile bulan Ryan Gosling filmde belki kariyerindeki en önemli rollerinden birini oynuyor. Çok konuşulan ve konuşulmaya devam edecek bu filmin soundtrack'i de dillere, mırıldanmalara düşücek cinsten. Filmle ilgili ipuçlarından bile kaçan bana en faydalı şey bu soundtrack oldu.

Empire Magazine'nin en beğendikleri filme özel poster çalışmasından bir seçimimle ve Drive'ın soundtrack'inde yer alan adamı iyi anlamda mahveden bir şarkıyla partimize başlıyoruz.

(Benim gibi filme göz değdirmeyerek, vizyona girmesini bekleyerek, sabrederek zamanını geçiren birini biliyorum. Umarım Drive oraya da gider. Sabır taşına döndük!)






 Posterlerin tamamı: 14 Alternative Drive Posters

6 Şubat 2012 Pazartesi

Dizi Yazısı Yazı Dizisi

Günümüz dünyasında iletişim internet sayesinde öyle bir hal aldı ki gerçek anlamda sınırlar kalktı. Sınırların yerine erişim engellemeleri ve zaten var olan ama kapsamı daha da genişleyen sansürlemeler geldi. Tabi bunlar sınırlamanın ötesine geçemediler. Geçmemelerini de temenni ediyoruz. 


Sınırların kalkması müzik sektörünü derinden sarsıp, ticari açıdan, ciddi değişikliklere sevk etse de, farklı olarak, tv dünyası için işler öngörülemez boyutlara ulaştı. Uzaklara gitmeye gerek yok; ülkemizin dizi cenneti haline gelmesi en iyi örneklerden biridir. Talebin, sosyo-ekonomik koşullar sayesinde, arzı hep yukarı çekmesiyle dizi enflasyonunun doruklarına ulaşan ülkemiz kanalları Doğu Avrupa, Ortadoğu, Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerine dizi servis eder hale geldi.

Bu da eşyanın tabiatı gereği önemli bir kesimin enflasyona rağmen iç piyasayı yetersiz ve tekdüze görmesi, daha iyilerine yönelmesini kaçınılmaz hale getirdi. Burada nedenin(internet) aynı zamanda araç olarak kullanıldığını görebiliriz.


Sonuç olarak diziler hayatımıza öyle bir yerleştiler ki onları dikkate almadan plan yapamaz hale geldik. İtiraf edelim, hangimiz onlar yüzünden en azından yaşamımızın bir döneminde haftanın bir gününü iple çekmedik ki!

Hayatlarımızda istesek de istemesek de önemli yer tutan, hali hazırda devam eden veya çoktan bitmiş olup da etkisini halen üzerimde hissettiğim veyahut iptal edilip de dumanı üstünde tüten diziler hakkında irili ufaklı bir yazı dizisi kaleme alma isteğim de bu nedenlerden dolayıdır. Umarım Red Menace da gerekli katkıyı sağlar. Kendisinden özellikle Gilmore Girls yazısı bekleyerek, ileri gitmiş olmam herhalde.

4 Şubat 2012 Cumartesi

Video Games

Sosyal medyada genç kızların en sık kullandığı kalıplardan biri haline gelen "burnum omzunda" deyişiyle akıllarda yer eden Sakin şarkısına cevap Adele'den geldi. Ada'nın yeni gözdesi olma yolunda emin adımlarla ilerleyen 19'luk şarkıcının bu çıkışına nasıl bir karşılığın geleceği ise merak konusu.

2 Şubat 2012 Perşembe

Bana Kendini Getir


16 eylül 2011 - 22 ocak 2012 tarihleri arasında İstanbul Modern Sanat Müze'sinde gerçekleşen bir sergi vardı. Adını ilk Türk kadın romancı Fatma Aliye'nin Ahmet Midhat'la yazdığı romandan alan: Hayal ve Hakikat. Daha sonra araştırınca öğrendim ki bu romanın iki bölümlük kısmında; hayal kısmını Fatma Aliye, hakikat kısmını Ahmet Midhat yazmış. Sergi de Türkiye'den kadın sanatçıların hayallerini hakikatlerle karşılaştırmalarını eserleriyle anlatıyor. Toplumumuzda, kadına geçmişten günümüze bakış, hem hayal hem de yaşanan olayların görselliğe dökülmesiyle, bizi sorguya çağırıyor.

Sergide fotoğraf çekimine malesef izin yoktu. Not alarak idare etmeye çalıştım. Netten biraz eserlerin fotolarını bulabildim. Tabi sergiye gitmek gibi olmuyor. Yakından hissetmek, sanki sanatçısı da burada hissini yakalamak bambaşka. Küçük filmlerden, dekorlardan, videolardan, fotoğraflardan... insan olarak tüketim açlığımızı, nerede olduğumuzu, kadınlığımızı, insanlığımızı... bazen zorlanarak, bazen gülerek, bazen hüzünlenerek sorguladığımız ve bu sorgunun bitmemesini dilediğim bir sergiydi.




Handan Börüteçene - Bana Kendini Getir, 2009 

Şöyle söyledi mekân:
Beni ilk gördüğün zamanki heyecanlarını getir,
Her biri bir başka işinde sana yol olan
Bana kendini getir.
Her bir parçanın dünyaya karışmış olanından geriye kalan.
Bana eski misafirlerimden bir parça getir,
Hani senin de şu çok sevdiğin,
Yan yana dizili 19 kişinin bize bakan yüzlerini taşıyan.
Kurimbu köylülerinin yekpare ağaca yonttuğu,
Her birinin hikâyesi uzaklarda boş bir bavul gibi asılı kalmış olan.
Bana 19 bavul getir,
Her biri başka birinin belleğini saklayan.
Bana kaybolduğun bütün anları getir,
Her biri başka birinin belleğini saklayan.
Bana kaybolduğun bütün anları getir,
Merceklerden bakıp zamanın izlerni süreceğin.
Bana eski sandalyelerimi geri getir,
Her biriyile başka bir belleği kavuşturacak olan.
Bana Rumi'nin şiirini getir.
"Her gün bir yerden göçmek ne iyi.
Her gün bir yere konmak ne güzel" diye başlayan,
"Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazık" diye biten.
Bana insanlar getir,
Her biri geldiği yerin tesellemecisi olan.
Bana hayallerini getir,
Yaşarken beni baştan ayağa sen yapan.
Bana kendi belleğimi getir,
Hasretle karşılaşmayı beklediğim.
Bana her şeyi getir.
Her biri bir başka şeyin her şeyi olan.

Handan Börüteçene
Paris, 2008

not: Handan Börüteçe'nin Bana Kendini Getir adlı duvarda olan eser yazısını, görevlilerden rica ederek fotoğraf makinamla çekip, blogumuza yazarak buraya koymuş oldum.