22 Ekim 2011 Cumartesi

Konjonktür

Bundan 5-6 sene önce sorsanız, bir film için en etkin kriterim sıkıcı olmaması olurdu. Lakin gel zaman git zaman, sinema evrenim büyüdükçe, sinema zevkim derinleştikçe bu da değişti. An itibariyle tek etken olarak yorucu olmama düşüncesini görüyorum.


Bu bağlamda Ruang rak noi nid mahasan (Last Life in the Universe)'ı sunmaktan gurur duyarım: Film yorucu olmamasının yanında, dinginliğiyle dinlendirici de. Hani derler ya akvaryum seyretmek dinlendirici etki de bulunur diye, filmin de üzerinizde bırakacağı etki bu olacaktır. 

Çok şey vaat etmeyen gibi görünen; az şey gösterip, makul miktarda şey anlatan bu filmin ölüm, cinayet, kaçış, aşk ve intihar gibi uç noktaların birleşkesi olmasına rağmen durağanlığından ödün vermemesi ise dikkat çekici diğer bir nokta olarak notlarımızın arasında yer alıyor, Tadanobu Asano ile birlikte...

Daha fazla huzur arayanlara tavsiyem ise; Bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom

17 Ekim 2011 Pazartesi

İntikam

...kesinlikle Uzakdoğu sineması deyince akla gelen ilk tür oldu, daha doğrusu bir alttür. Özellikle Oldboy'un patlamasından sonra bütün gözler bu tarafa çevrildi ve sektör, talebi karşılamak adına peşi sıra yapımlarla harekete geçti. Kokuhaku (Confessions) da bu türün ortaya çıkan en orijinal örneklerinden...




Soğuk, gri, metalik aslına bakarsanız buz gibi bir film. Çekilen, çektirilen acı dışında hiçbir duyguya yer yok. Kokuhaku'da, bu türde alışılageldiğinin aksine kaçan yok, kovalayan yok; özgünlüğü de buradan ileri gelmekte zaten. Filmi bir hikaye gibi ele alırsam, özellikle çok etkileyici bulduğum yarım saatlik giriş bölümünü bir başyapıtın habercisi olarak değerlendirmem gerekir. (Bu kısımdaki Battle Royale göndermesine de dikkat!) Keza sonuç bölümü de vurucu yönüyle giriş kısmına kafa tutar nitelikte. Gelişme bölümü ise; olayın diğer kahramanların gözünden yansıtılması ve hikayenin detaylarının tam yerine oturtulması uğruna oldukça dağıtılmış. Bu da filmi olması gerektiği yerden daha aşağıya çekmiş.

Sonuç olarak orijinallik konusunda pek sıkıntı çekiyora benzemeyen Uzakdoğu'dan çıta yükselten bir hamle daha olarak görmek gerek filmi.  Okyanusun öbür tarafında intikamını aldıktan sonra köşesine çekilmek bir yana üzerine üniforma geçirip, kendi adaletlerini kendileri sağlayan gerçeküstü hayatlar olmaya devam ettikçe, Uzakdoğu daha bu işten çok ekmek yer. 

12 Ekim 2011 Çarşamba

Beş Yaşındaki Çocuktan Dersler Almak



Anaokuluna gidecek yaşta bir çocuğun hayatına, iç/dış dünyasına, çevresine hiç de alışık olmadık bir şekilde dalıyoruz. Bu çocuk büyümüş de küçülmüş, diğer yaşıtlarından ya da kendisinden büyük veletlerden epey farklı, tahmin edemeyeceğimiz bir hayal gücüne ve derinliğe sahip... Alper Kamu. Yaşıtlarından sıkılan ama onlarsız da yapamayan, ailesinin/çevresindeki insanların(bu insanların da renkli kişiler olduğunu ekleyeyim) ve kendisinin psikolojik analizlerini yapabilecek yetkinlikte biri Alper. Fazlasıyla komik, tuhaf... bir kitaba bulaştınız evet. 5 yaşındaki velet, çözülmeyi bekleyen bir dizi olay?!, nietzsche'ler, zeka, çocukluk, büyüklük, derinlik, derinliksizlik, eğlencelik, hüzünlü bir dünya bu. Alper'e herkesin bayılacağına eminim.


"Bir de şarkı söyleme muhabbeti vardı. Repertuarımız, dünyanın en kötü müzisyenleri tarafından, eğitilebilir küçük embesiller için yazılmış bazı eserlerden oluşuyordu ve açıkçası sınıf arkadaşlarımın müzikal yetenekleri heveslerinin çok altındaydı. Ben tabii ki süregiden kakafoniye katılmayı reddettiğim için, şarkının durak noktalarında öğretmen adımı bağırarak aklınca beni sanata teşvik ediyordu. Utancımdan yerin dibine geçecek gibi oluyordum. Benden, evde Shostakovich dinleyen benden, "kestane, gürgen, palamut" diye yırtınmam bekleniyordu. Neyse ki asosyalliğim ve ara ara içimde kopan fırtınaları dışa vuran mimiklerim sayesinde öğretmen benim bir  zihinsel özürlü olduğuma hükmetti de düştü yakamdan."

10 Ekim 2011 Pazartesi

Kız, Seni yerler yerler...



Hayatımda hiçbir ünlüden doğru veya yanlış bu kadar net ve keskin açıklamalar duymamıştım. En azından bana denk gelmedi. Eeee, doğru söze ne denir ki! En iyisi Adele'in kendisine iyi bakmasını ve böyle devam etmesini  özellikle de bu zillilere ham olmamasını dilemek... 

8 Ekim 2011 Cumartesi

EGO vs Özgüven


Biri bildiğini yapmaktır; diğeri ne yaptığını bilmektir. 

Farkı bilelim, bildirelim.

4 Ekim 2011 Salı

Johnny Depp mi O?



Lena Headey'yi Terminator: The Sarah Connor Chronicles sonrası epey uzun süre piyasada göremeyince Red Menace ile baya bir telaşlanmıştık, piyasadan elini ayağını çekti mi acaba diye... Malumunuz, bu nadir de olsa olabilen bir durum. Zaten kendisini geç keşfetmiştik, bu yüzden aramızdan ayrılma olasılığı durumu daha da vahim hale getiriyordu. Neyse ki bizim için korkulan olmadı ve bomba gibi bir projeyle tekrar spotlar altındaki yerini aldı.

Game of Thrones sadece son zamanların en hit dizisi olmakla kalmayıp, aynı zamanda Tv tarihi açısından çok önemli bir noktada olduğunu daha ilk sezonuyla kanıtladı. Lena Headey de kendine bu şovda çok güzel bir yer edindi. Her ne kadar oynadığı karakteri ve sarışınlığı kendisine yakıştırmasam da severek izliyoruz. Gerçi dizi bu kadar şahane olmasa da sırf Lena için bir şans verirdim ama dizi de şahane. Böylelikle Lena'nınkini de sayarsak bir taşla üç kuşu indirmiş oluyoruz.

Konuya dönersek, biliyorsunuz ki Lena Headey bu gezegende "karizmatik" kelimesinin karşılığını veren ender dişilerden biridir. İşin diğer tarafında bu kelimenin karşılığı veren fazlasıyla kişi olsa da ilk akla gelen isimlerden biri Johnny Depp'tir. Tabi J.Depp karizmatik olduğu kadar da farklıdır; özellikle de giyim tarzıyla göze çarpar. Lena Headey'yi Comic-Con'da böyle görünce aklıma ilk gelen şey de J.Depp oldu. Siz ne düşünüyorsunuz; içine Johnny Depp kaçmış gibi değil mi!

Bile bile Ateşe Yürümek

1 Ekim 2011 Cumartesi

Uzağı Yakın eden Sinema

Oldum olası Uzakdoğu sinemasını sevmişimdir. Oldum olası derken, yalnızca iki buçuk (2,5) yıllık geçmişe sahip olduğum alternatif sinemayı düşünürsek, tabi ki abartıyorum. Ama asyalı kardeşlerim ortaya koyduklarıyla bu mübalağayı fazlasıyla hakediyorlar.

Hayranlığımı tetikleyen, bütün sinemasal öğelerin ötesinde bir şey var:  Aramızda binlerce kilometre olmasına rağmen ortak paydada buluştuğumuz unsurlar... Sosyo-kültürel olarak apayrı dünyaların insanları gibi görünsek de, aslında öyle değil. Tezcanlılık, toplumsal yapı, aile bağları, muhafazakarlık bakımından birçok şeyi paylaşıyoruz. Yani anlayacağınız format farklı ama içerik aynı.

Beni çeken de bu zaten ama bizden farklı olarak daha iyi yaptıkları bir şey var ki bunu her alanda görmek mümkün, özellikle de ilk bakmanız gereken yer olan sinemalarında: Gelenekselden kopmadan moderne ulaşmak. İşte bunu başardığımız zaman hatrı sayılır ve içimize sinen bir rol edineceğiz Dünya denen bu gezegende.



Uzakdoğu'dan bu kadar bahsetmişken ve biraz da kendimize dokundurmuşken, bu faslı örneksiz geçiştirmek olmaz diyerek size bu samimi, ufaktan belgeselvari Japonya yapımı bu filmi tanıtmak istiyorum.

Her yıl kaybettikleri aile ferdinin anısına bir araya gelen orta ölçekli bir ailenin bir gününün anlatıldığı film; akıp-giden zaman, kurulan yeni ilişkiler, kapatılmaya çalışılan eski hesaplar, yüzleşilen gerçekler ışığında kendine yol arıyor. Başlarda üstü kapalı şekilde verilen ama sonlara doğru iyice gün yüzüne çıkan  "hayatı ertelemeyin" mesajıyla da son buluyor.

Film oldukça başarılı bir aile incelemesi. Yukarıda bahsettiğim ortak unsurları detaylarda da olsa yakalamanız mümkün: Anne-kız ve baba-oğul ilişkileri gibi.  Biraz uzun sayılabilecek 115 dk.lık süresi ise filmin tek eksisi olarak görülebilir.

Bunu seven, bunu da sevdi: Okuribito ( Departures )