14 Aralık 2011 Çarşamba

Please, Please, Please...




Hayatımızda her zaman olacak şarkıların; farklı sesler, farklı altyapılarla tekrar karşımıza çıkması çoğunlukla beni mutlu eder. Cover şarkılar  da albümler de şarkıların sahibini ve sevenlerini pişman etmediği sürece koruyup, kollanmalıdır. İşte korunmaya ihtiyaç duymayan albümlerden biri dün çıktı. Dinlerken zorluk çekmedim Morrissey, The Smiths'e gönlünü kaptıran biri olarak. Please, Please, Please: A Tribute to the Smiths albümünde The Smiths'in sınırlanamayacağı ama albüme sığmak zorunda kalan 20 şarkısı bulunuyor. Şarkıları seslendirenler arasında Sixpence None the Richer, Cinerama, The Wedding Present... ve tanımadığım daha yakından tanıyacağım birçok isim var: The Rest, Kitten, Chikita Violenta... Albümde yer alan şarkılar;


Panic - Kitten
Stop Me If You Think You've Heard This One Before - The Rest
What Difference Does It Make? - Joy Zipper
Shoplifters of the World Unite - Tanya Donelly w/Dylan in the Movies
Please Please Please Let Me Get What I Want - William Fitzsimmons
I Won't Share You - Sixpence None the Richer
Well I Wonder - Sara Lov
Half a Person - Greg Laswell
Last Night I Dreamt That Somebody Loved Me - Dala
Some Girls Are Bigger Than Others - Chikita Violenta



Albüm kapağı da diğer The Smiths albümlerinden aşina olabileceğimiz bir şekilde. Kapakta yine bir insan var. Zamanında The Smiths'in Hand in Glove parçasını söyleyen Morrissey tarafından da sevilen, pop şarkıcısı Sandie Shaw. Kapaktaki  fotoğrafın sonbaharı, fotoğraf çektirmeyi sevmeyen bünyelerde bile yaprakların üstüne uzanma isteği uyandırdığı aşikar. Bence tam Smiths şarkılarına ve albüme yakışır bir kapak olmuş.

Eee o zaman, let me get what i want!

12 Aralık 2011 Pazartesi

Randevudan Randevuya Koşmak




Yaşasın festivaller, oley festivaller, ne güzel şeysiniz festivaller... Yılın son film festivali olma özelliği de olan Uluslararası Randevu İstanbul Film Festivali ile ilk kez geçen sene Blue Valentine'la tanışmıştım. Eksikleri olsa da, bir İstanbul Film Festivali havasında geçmese de; bence ilgiyi hak eden dünya sinemasından örnekler görebileceğimiz, Hollywood sinemasını da unutmayan, öğrenci dostu bir festival kendisi. Yine film gösterimleri CineMajestic, Maçka G-Mall sinemalarında ve Fransız Kültür Merkezinde olmakta. Filmlere gelirsem; daha çok İsrail yapımı filmler çoğunlukta gibi. Bunun dışında Amerika, Japonya, İngiltere, Şili, İsviçre ... gibi ülkelere de gidiyoruz. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Ömer Lütfi Akad'ın Gelin/Düğün/Diyet filmleri de 3'leme niyetine ücretsiz olarak Fransız Kültür Merkezi'nde izlenebilir. 16-22 aralık tarihleri arasında gerçekleşecek seanstan seansa koşacağımız bu güzel, doyurucu olmasını umduğum festivalin, en azından farklı dünyalara giriş yapmanın zevkine ev sahipliği yapmasını istiyorum. 

Çoğunluğuna arkadaşımla gideceğim filmlerden seçmeler:



6 Aralık 2011 Salı

Tarafsız Bölge

Işık hüzmesi, nedir ki; kolayca görmezden gelinilebilir. Hatta farkına bile varmazsınız. Ancak karanlığı yaşamış ve yaşamakta onun gerçek değerini anlayabilir.


İnsanoğlunun kendi kuyusunu kazarak içine düştüğü savaştan daha karanlık bir yer gelmiyor aklıma. Gerisi birçok duyguyu bir anda uyandırabilme kudretine sahip olan bu ortamdan beslenmeye kalıyor. İşte bir aktarım sanatı olan sinema burada devreye girerek bizi bu tecrübeden mahrum bırakmıyor ve endüstri, içinde kendi türünü yaratıyor.

Savaş filmleri genel olarak büyük prodüksiyonlara ihtiyaç duyulan bir tür olarak görülse de, türün içinde çok daha mütevazı ve minimalist yaklaşımlar yakalamak mümkün. Joyeux NoelNo Man's LandWelcome to Dongmakgol ve JSA kaos ortamında düşülen insanlık dramına farklı yerlerden yaklaşan; türünde savaş, özünde insanlık filmleri.

27 Kasım 2011 Pazar

Temcit Pilavı

Programın akıbeti konusunda kamuoyuna hatta üstadın kendisine bir soru yöneltilse ve program bir yemeğe benzetilmek istense, alınacak olan cevap bundan başkası olamaz.

NTV'nin yayın politikasından mıdır, Vedat Milor'un yoğun programından mıdır bilmiyorum ama Tadı Damağımda son 6 ayda 3. kez 4 haftalık arasını vermiş bulunmakta.

Eskiden de aralar veriliyordu ama bu sıklıkla vuku bulmuyordu. Bu durum da, benzetmenin yerindeliği konusunda şüphe götürmüyor.

24 Kasım 2011 Perşembe

Ben büyüdüm, peki Sen?


Ergenlik zor şey vesselam. Kimliğini bulmaya çalışma, ne işe yaradığını sorgulama, varlığının, değerinin nerede olduğunu bilme, karışık duygular, aşk meşk meseleleri... aslında bunlar ergenlikten sonra bile daha ileriki yaşlarda dahi devam edebilen içsel durumlar. 15 yaşındaki Oliver Tate de, hem ergenlik zamanlarının etrafında dönen, hem de zaten farklı bir çocuk olduğundan ortaya çıkan bu ingiliz filmi de insanı bir denizaltıyla suyun içine götürüyor. Su tabi burada benim için filmdeki herkesin iç dünyasını temsil ediyor. Bu sulara Oliver denizaltıyla kendi gözlemleriyle, hissettikleriyle, gelecekte neyi isteyip/istemediğine göre girişler yapıyor. Oliver ailesinin bir arada olmasını istiyor, bu arada sevgilisinin hayatıyla ilgili de yanında olması gerekiyor. İşte uyum sağlayamama, toplayıcı, birleştirici olamama buralarda daha çok baş gösteriyor. Gayet basit... Oliver henüz büyüyor ve öğreniyor. 

Filmde absürd durumlar var. Komik, anlamsız gibi geliyor ama hiç de öyle değil. Bu komiklik içerisinde baskın olan bence daha çok dram. Bir de İngiltere'nin o puslu havasını, Alex Turner'ın film için yaptığı o melankolik, insanı sessizce gıdıklayan şarkıları eklersek... Submarine hepimizin kendisinden bir şeyler bulacağı 1.5 saatlik bir güzelliğe sebep oluyor.


20 Kasım 2011 Pazar

Duvarlar da Konuşur


Adriana Varejão
Fontana Usulü Kesikli Duvar, İstanbul
[Parede com Incisões à la Fontana, İstambul], 2011 

Geçtiğimiz günlerde sona eren (İsimsiz) 12. İstanbul Bienali'nde beni pek çok etkileyen yapıt vardı. Bu da onlardan biri. Soyutlama kısmında yer alan bu çalışma Brezilya'dan Adriana Varejão'ya ait. Kesik duvardan bağıran acı, gerçek, ama ben buradayım diyen hayat! Evet açılmış, kesilmiş bir beden gibi. Acı çekiyor, yarası gözüküyor, hissediyor, hissettiriyor. 


7 Kasım 2011 Pazartesi

mAd Men



4. sezonda o kadar çok şey oldu-bitti'ye getirildi ki, ben sağlam dizilerin sönük sezonlarını süregelmediği sürece geçiş sezonu olarak nitelendirmeyi tercih ederim, bu sezonda aklımda kalan en belirgin şey Roger Sterling'in bize göre retrospektif kendisine göre fütüristik ofisi oldu.

6 Kasım 2011 Pazar

Biz ve Onlar Değil de Hepimiz



Biz insanlar değişken varlıklarız. Bu özelliğimizi her zaman çok sevmişimdir. Peki ne yöne doğru değişiyoruz? İyi ye doğru mu, kötüye, umuda, arsızlığa, yok etmeye, sevgisizliğe... doğru mu? İnsan hallerinden bir parça, yolumuzu kaybetmemize engel olsun diye küçük-büyük zevkle izleyebileceğimiz bir Studio Ghibli filmi: Kari-gurashi no Arietti. Mary Norton romanından uyarlama olan bu filmin senaryosunda çok sevdiğim Hayao Miyazaki de var. İlk yönetmenliği olan ama Miyazaki yanında çalıştığı pek belli olan Hiromashi Yonebayashi filmi olan Kari-gurashi no Arietti 2010 yapımı. 1997'de Hollywood (The Borrowers) versiyonu da uyarlanmış ama Japonya'dan gelen animasyonun farkını anlatmaya bile gerek yok sanırım.



Clock ailesi bildiğimiz ailelerden biraz farklı. Farkları sadece boylarının düşündüğümüzden epeyce küçük olması. Bu 10 cm boyundaki küçük insanlar evlerinde yaşadığı büyük insanların (yani bizlerin) fark etmeyecekleri yiyeceklerinden, eşyalarından bazı şeyleri ödünç alıyorlar. Zaten filmin ingilizce adlarından biri de The Borrower Arrietty. Ailenin 14 yaşındaki kızı Arrietty, güçlü, meraklı, ailesine bağlı bir kız. Bir gün yaşadıkları eve büyükannesinin yanında kalmak üzere genç bir çocuk geliyor. Sho da küçük insanların varlığından haberdar. Arietti ile aralarında bir bağ oluşuyor. Ariettiy bu hasta çocuğa umut oluyor, Sho Arietti içinse büyük insanların korkunç dünyasında güvenebileceği, onlara zarar vermeyecek... birilerinin olduğuna inanmasına ve arkadaş kazanmasına vesile oluyor. Her ikisi de birbirleri için önemli oluyor diyebilirim.

Bu hem komik hem hüzünlü animasyonda yine Ghibli'den beklenildiği üzere harika görsellik ve ayrıntılar var. Cécile Corbel tarafından yapılan soundtrack ise o kadar güzel ki. İnsanın dinlerken Arietty'i, ailesini, Sho'yu düşünmemesi imkansız. Arietty, filmi izlerken hem kendisine olan güveniyle, inancıyla yüzümü güldürürken; bir yandan da yaşadığımız şu dünyada bizim gibi olmayan herkese, her canlıya, her şeye... karşı düşüncelere, yaşamlarına karşı müdahelelere, ayrımcılığa, onların yavaş yavaş yok edilmesine dair gerçekleri söylemesini duymazdan gelemedim. Ama her şeye rağmen; Arietty ve Sho'nun gösterdiği inançlardan biri hep geçerli sanırım: Umut!




3 Kasım 2011 Perşembe

Hollywood Klişesi Güzelliği



Romantik, komedi bir Hollywood filminden ne beklersiniz? 

"Klişe her şey. Ayrılan çift/ler, aşka inanmayan ama aşkın dibine düşen insan/lar, evli ya da sevgilisi olanların aldatma durumu, gençlik, aile kavramı üzerinden sevgililiğe bakış, ki burada babanın kızının sevgilisine olan yaklaşımından bahsediyoruz, paranın gücü, yakışıklı erkekler..."

Crazy, Stupid, Love filmi kısmen de olsa bu klişelere sahip. Ama önemli olan bu klişelerin farkında olması ve bunu verirken de yalpalamaması. Eşinin orta yaş bunalımından, artık hep aynı olan evlilikten kısacası heyecansızlıktan... dolayı ondan boşanmak istediğini öğrenen Cal (Steve Carell) ve çevresindeki insanlar etrafında yaşanan olayları, ilişkileri Glenn Ficarra ve John Requa yönetmenliğinde izliyoruz. Ayrılmak isteyen eş Emiliy (Julianne Moore) gibi harika bir oyuncu, Cal'ı kendisine getirecek, tepeden tırnağa giydirecek, hayatına stil katacak, ilişkilerini düzenleyecek adamsa çapkın, zengin, metroseksüel Jacob (Ryan Gosling). Jacob'ın karşısına çıkan farklı "o kız" kontenjanından ise Hannah (Emma Stone) Hani Steve Carell'ı hepimiz biliriz. Kendisi doğal komik adamlardan biri. Peki ilk gerçek ve tam anlamıyla böyle bir komedi filminde yer alan Gosling nasıl? İşte sinemaseverler hatta bayanlar... hazırlıklı olun derim! Ben ki onun filmografisinde böyle bir filme alışkın değilim ve başlarda biraz "acaba nasıl? hep dram oynayan bir adam?.." diye düşünsem de; o yine görevini başarıyla tamamlamış. Eee iyi gerçekten iyi oyuncu olmak böyle bir şey olsa gerek, Ryan Gosling'ten uzaklaşmaya çalışarak, filmin sizi olur olmadık zamanlarda şaşırtabileceğini belirteyim. Tesadüf mü desek kader mi desek... insanların, olayların birbirlerine bağlantı durumu, "dünya da küçük yer" diyebileceğimiz şeyler...

Film daha çok Cal'ın dünyasından bize gözüküyor. Diğer karakterlerin de hayatlarına dair daha çok şey öğrenme merakım pek giderilmese de, bu romantik/komedi filmlerinde olabilirliği yüksek şeylerden biri diye düşünerek çok da önemsemiyorum. Ne de olsa bu kafa yormayan, eğlenceli vakit geçirten, sevilen oyuncuyu tekrar beyaz perdede görme mutluluğu yaşatan yılın en iyi komedilerinden biri. Belki de en iyisi.

22 Ekim 2011 Cumartesi

Konjonktür

Bundan 5-6 sene önce sorsanız, bir film için en etkin kriterim sıkıcı olmaması olurdu. Lakin gel zaman git zaman, sinema evrenim büyüdükçe, sinema zevkim derinleştikçe bu da değişti. An itibariyle tek etken olarak yorucu olmama düşüncesini görüyorum.


Bu bağlamda Ruang rak noi nid mahasan (Last Life in the Universe)'ı sunmaktan gurur duyarım: Film yorucu olmamasının yanında, dinginliğiyle dinlendirici de. Hani derler ya akvaryum seyretmek dinlendirici etki de bulunur diye, filmin de üzerinizde bırakacağı etki bu olacaktır. 

Çok şey vaat etmeyen gibi görünen; az şey gösterip, makul miktarda şey anlatan bu filmin ölüm, cinayet, kaçış, aşk ve intihar gibi uç noktaların birleşkesi olmasına rağmen durağanlığından ödün vermemesi ise dikkat çekici diğer bir nokta olarak notlarımızın arasında yer alıyor, Tadanobu Asano ile birlikte...

Daha fazla huzur arayanlara tavsiyem ise; Bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom

17 Ekim 2011 Pazartesi

İntikam

...kesinlikle Uzakdoğu sineması deyince akla gelen ilk tür oldu, daha doğrusu bir alttür. Özellikle Oldboy'un patlamasından sonra bütün gözler bu tarafa çevrildi ve sektör, talebi karşılamak adına peşi sıra yapımlarla harekete geçti. Kokuhaku (Confessions) da bu türün ortaya çıkan en orijinal örneklerinden...




Soğuk, gri, metalik aslına bakarsanız buz gibi bir film. Çekilen, çektirilen acı dışında hiçbir duyguya yer yok. Kokuhaku'da, bu türde alışılageldiğinin aksine kaçan yok, kovalayan yok; özgünlüğü de buradan ileri gelmekte zaten. Filmi bir hikaye gibi ele alırsam, özellikle çok etkileyici bulduğum yarım saatlik giriş bölümünü bir başyapıtın habercisi olarak değerlendirmem gerekir. (Bu kısımdaki Battle Royale göndermesine de dikkat!) Keza sonuç bölümü de vurucu yönüyle giriş kısmına kafa tutar nitelikte. Gelişme bölümü ise; olayın diğer kahramanların gözünden yansıtılması ve hikayenin detaylarının tam yerine oturtulması uğruna oldukça dağıtılmış. Bu da filmi olması gerektiği yerden daha aşağıya çekmiş.

Sonuç olarak orijinallik konusunda pek sıkıntı çekiyora benzemeyen Uzakdoğu'dan çıta yükselten bir hamle daha olarak görmek gerek filmi.  Okyanusun öbür tarafında intikamını aldıktan sonra köşesine çekilmek bir yana üzerine üniforma geçirip, kendi adaletlerini kendileri sağlayan gerçeküstü hayatlar olmaya devam ettikçe, Uzakdoğu daha bu işten çok ekmek yer. 

12 Ekim 2011 Çarşamba

Beş Yaşındaki Çocuktan Dersler Almak



Anaokuluna gidecek yaşta bir çocuğun hayatına, iç/dış dünyasına, çevresine hiç de alışık olmadık bir şekilde dalıyoruz. Bu çocuk büyümüş de küçülmüş, diğer yaşıtlarından ya da kendisinden büyük veletlerden epey farklı, tahmin edemeyeceğimiz bir hayal gücüne ve derinliğe sahip... Alper Kamu. Yaşıtlarından sıkılan ama onlarsız da yapamayan, ailesinin/çevresindeki insanların(bu insanların da renkli kişiler olduğunu ekleyeyim) ve kendisinin psikolojik analizlerini yapabilecek yetkinlikte biri Alper. Fazlasıyla komik, tuhaf... bir kitaba bulaştınız evet. 5 yaşındaki velet, çözülmeyi bekleyen bir dizi olay?!, nietzsche'ler, zeka, çocukluk, büyüklük, derinlik, derinliksizlik, eğlencelik, hüzünlü bir dünya bu. Alper'e herkesin bayılacağına eminim.


"Bir de şarkı söyleme muhabbeti vardı. Repertuarımız, dünyanın en kötü müzisyenleri tarafından, eğitilebilir küçük embesiller için yazılmış bazı eserlerden oluşuyordu ve açıkçası sınıf arkadaşlarımın müzikal yetenekleri heveslerinin çok altındaydı. Ben tabii ki süregiden kakafoniye katılmayı reddettiğim için, şarkının durak noktalarında öğretmen adımı bağırarak aklınca beni sanata teşvik ediyordu. Utancımdan yerin dibine geçecek gibi oluyordum. Benden, evde Shostakovich dinleyen benden, "kestane, gürgen, palamut" diye yırtınmam bekleniyordu. Neyse ki asosyalliğim ve ara ara içimde kopan fırtınaları dışa vuran mimiklerim sayesinde öğretmen benim bir  zihinsel özürlü olduğuma hükmetti de düştü yakamdan."

10 Ekim 2011 Pazartesi

Kız, Seni yerler yerler...



Hayatımda hiçbir ünlüden doğru veya yanlış bu kadar net ve keskin açıklamalar duymamıştım. En azından bana denk gelmedi. Eeee, doğru söze ne denir ki! En iyisi Adele'in kendisine iyi bakmasını ve böyle devam etmesini  özellikle de bu zillilere ham olmamasını dilemek... 

8 Ekim 2011 Cumartesi

EGO vs Özgüven


Biri bildiğini yapmaktır; diğeri ne yaptığını bilmektir. 

Farkı bilelim, bildirelim.

4 Ekim 2011 Salı

Johnny Depp mi O?



Lena Headey'yi Terminator: The Sarah Connor Chronicles sonrası epey uzun süre piyasada göremeyince Red Menace ile baya bir telaşlanmıştık, piyasadan elini ayağını çekti mi acaba diye... Malumunuz, bu nadir de olsa olabilen bir durum. Zaten kendisini geç keşfetmiştik, bu yüzden aramızdan ayrılma olasılığı durumu daha da vahim hale getiriyordu. Neyse ki bizim için korkulan olmadı ve bomba gibi bir projeyle tekrar spotlar altındaki yerini aldı.

Game of Thrones sadece son zamanların en hit dizisi olmakla kalmayıp, aynı zamanda Tv tarihi açısından çok önemli bir noktada olduğunu daha ilk sezonuyla kanıtladı. Lena Headey de kendine bu şovda çok güzel bir yer edindi. Her ne kadar oynadığı karakteri ve sarışınlığı kendisine yakıştırmasam da severek izliyoruz. Gerçi dizi bu kadar şahane olmasa da sırf Lena için bir şans verirdim ama dizi de şahane. Böylelikle Lena'nınkini de sayarsak bir taşla üç kuşu indirmiş oluyoruz.

Konuya dönersek, biliyorsunuz ki Lena Headey bu gezegende "karizmatik" kelimesinin karşılığını veren ender dişilerden biridir. İşin diğer tarafında bu kelimenin karşılığı veren fazlasıyla kişi olsa da ilk akla gelen isimlerden biri Johnny Depp'tir. Tabi J.Depp karizmatik olduğu kadar da farklıdır; özellikle de giyim tarzıyla göze çarpar. Lena Headey'yi Comic-Con'da böyle görünce aklıma ilk gelen şey de J.Depp oldu. Siz ne düşünüyorsunuz; içine Johnny Depp kaçmış gibi değil mi!

Bile bile Ateşe Yürümek

1 Ekim 2011 Cumartesi

Uzağı Yakın eden Sinema

Oldum olası Uzakdoğu sinemasını sevmişimdir. Oldum olası derken, yalnızca iki buçuk (2,5) yıllık geçmişe sahip olduğum alternatif sinemayı düşünürsek, tabi ki abartıyorum. Ama asyalı kardeşlerim ortaya koyduklarıyla bu mübalağayı fazlasıyla hakediyorlar.

Hayranlığımı tetikleyen, bütün sinemasal öğelerin ötesinde bir şey var:  Aramızda binlerce kilometre olmasına rağmen ortak paydada buluştuğumuz unsurlar... Sosyo-kültürel olarak apayrı dünyaların insanları gibi görünsek de, aslında öyle değil. Tezcanlılık, toplumsal yapı, aile bağları, muhafazakarlık bakımından birçok şeyi paylaşıyoruz. Yani anlayacağınız format farklı ama içerik aynı.

Beni çeken de bu zaten ama bizden farklı olarak daha iyi yaptıkları bir şey var ki bunu her alanda görmek mümkün, özellikle de ilk bakmanız gereken yer olan sinemalarında: Gelenekselden kopmadan moderne ulaşmak. İşte bunu başardığımız zaman hatrı sayılır ve içimize sinen bir rol edineceğiz Dünya denen bu gezegende.



Uzakdoğu'dan bu kadar bahsetmişken ve biraz da kendimize dokundurmuşken, bu faslı örneksiz geçiştirmek olmaz diyerek size bu samimi, ufaktan belgeselvari Japonya yapımı bu filmi tanıtmak istiyorum.

Her yıl kaybettikleri aile ferdinin anısına bir araya gelen orta ölçekli bir ailenin bir gününün anlatıldığı film; akıp-giden zaman, kurulan yeni ilişkiler, kapatılmaya çalışılan eski hesaplar, yüzleşilen gerçekler ışığında kendine yol arıyor. Başlarda üstü kapalı şekilde verilen ama sonlara doğru iyice gün yüzüne çıkan  "hayatı ertelemeyin" mesajıyla da son buluyor.

Film oldukça başarılı bir aile incelemesi. Yukarıda bahsettiğim ortak unsurları detaylarda da olsa yakalamanız mümkün: Anne-kız ve baba-oğul ilişkileri gibi.  Biraz uzun sayılabilecek 115 dk.lık süresi ise filmin tek eksisi olarak görülebilir.

Bunu seven, bunu da sevdi: Okuribito ( Departures )

28 Eylül 2011 Çarşamba

Yaşasın Tembellik!



On indolence: “Doing nothing gives me great pleasure. And believe me, I
succeed wonderfully in it.” (Rock Sound, 1993)


26 Eylül 2011 Pazartesi

Kramer ve Amerikan Rüyası

Cosmo Kramer şüphesiz tv tarihinin en unutulmaz dizilerinden biri olan Seinfeld'in en çok sevilen karakteri. Bunun için Jerry'nin dairesine girişlerinden tutun da giyim-saç tarzına kadar birçok neden sayabiliriz. Ben ise daha önce okuduğum bir çıkarım üzerinden gideceğim. Okuduğum bu metin Kramer'ı Amerikan Rüyası'nın vücut bulmuş hali kılıyordu. Haksız da sayılmazdı: Çalışmadan hayatını bağımsızca idame ettirebilmesi hatta tatile bile çıkabilmesi, kadınlarla çıkmadan beraber olabilmesi yani kısacası herşeyi istediği zaman ve/veya yerde elde edebilmesi bu teoriyi destekleyen unsurlar olarak görülüyor. Sakın buradan Seinfeld'in, Kramer'ı kullanarak hayal tacirliği veya amerikan propagandası yaptığı sonucuna varmayın. Zaten George Costanza gibi bir anti-tez varken böyle bir sonuca varılamaz. Varılsaydı Seinfeld, Seinfeld olmazdı.

24 Eylül 2011 Cumartesi

FC Barcelona, tüm zamanların en iyisi mi?

Xavi'nin altyapıdan çıkıp, yavaş yavaş Guardiola'nıın yerine ısındığı zamandan beri takip ediyorum bu soruya muhattap olan takımı. Öyle ki ikinci takımım addettim kendisini. Tuhaf şey, o dönem ne takım şimdiki mükemmelize edilmiş oyun anlayışına sahipti, ne de Real Madrid'in karşısına çıkarmak için La Liga'da bir takım arayışına girmiştim. Yani anlayacağınız şimdi Barcelona'yı tutmak için ortaya atılan sebeplerden, Real Madrid'in General Franco'nun takımı olması ve göze hoş gelen hücum futbolu,  hiçbirine sahip değildim. Gerçi ben hala neden Beşiktaş'ı tuttuğuma dair kendime mantıklı bir açıklama yapamazken, kıtanın en uzak köşesinden bir takıma bu denli bağlı olmanın nedenini aramanın anlamsızlığında kaybolmuş durumdayım. Takım tutmak böyle bir şey işte, tuhaf bir şey...


Bu soruyu cevaplarken objektif olamayacağımı anlamış olmalısınız. O yüzden direkt gözlemlerime geçeyim: Takım o kadar iyi bir hücum performansına sahip ki son birkaç yıldır rakiplerini düşürdükleri çaresiz durumlar bıkkınlık yaratmış. O kadar ki, ülkemizde esen play-off rüzgarının da etkisiyle, işi La Liga'da statü değişikliği yapılması gerektiğine kadar götürmüşler. Bu usancı anlıyor ve biraz da şuna benzetiyorum: Barcelona maçları  futbolu, hücum futbolunu, güzel futbolu seven herkes için sonu mutlu biten klişe filmlere dönüşmeye başladı. Bahsettiğim izleyici grubu zamanla aynı sonu, aynı senaryoyu, aynı karakterleri göre göre belli bir bıkkınlık seviyesine ulaştılar ve anlamlı veya anlamsız isyan etmeye başladılar. Dediğim gibi bunu anlıyorum ama bu durum, buna hak verdiğim anlamına gelmiyor.

23 Eylül 2011 Cuma

Sinema..Sinema..Sinema...

...benim kültür-sanatla olan tek doğrusal bağım. Kitap okumayı denedim ama fazlasıyla tembel (üşengeç) olduğum için ayda-yılda bir kitabın kapağını anca açabiliyorum. Bu da bilgiye aç bir kova olarak dişimin kovuğuna anca yetiyor. Hal böyle olunca, o bağı koparmamak adına sinemaya dört elle sarıldım. Bunu buraya niye yazıyorum diye sorarsanız, cevabımın ne olduğunu; asma-kat'taki yazılarımın çoğunluğunu sinema özellikle de dünya sineması başlığı altında (örneklerle) görünce anlayacaksanız. Tabi diğer konulara da değineceğim ama önceliğim Hollywood harici sinema.

Hollywood'a herhangi bi kastım olmamasına rağmen izleyeceğim filmlerin genelde kıyıda-köşede kalmış, keşfedilmemiş ya da az keşfedilmiş olması hususunda hassasiyet gösteriyorum. Bu menajerlik oyununda uzak kıtalardan birinde genç yetenek keşfetmek kadar heyecan verici bir durum benim için. Bir de film iyi çıkarsa heyecanın doğurduğu bu zevk katbekat artıyor. İşte o zaman değmeyin keyfime!

21 Nisan 2011 Perşembe

Kalp ağrısı mı çekiyorsunuz? Sebebi de çaresi de Adele olabilir.



Adele... Dinleyenlerin kalplerini söküp alan hatun. Muhtemelen kendisi de yazarken, söylerken başka dünyaları ziyaret ediyordur. Kalpleri söküp alması görevi dışında, kişiliğiyle de hayli ilgimi çeken bu ingiliz hatun, samimi oluşuyla da hayran ediyor. Çünkü olduğu gibi, kendisi gibi.. ve bunda da oldukça rahat. İlk albümü '19' ardından  '21' albümüne uzanan süreçte neler olmadı ki.. 19 albümü bir erkek hakkındaydı, o erkek gitti '19' ortaya çıktı. Sonra malum '21' albümünde bütün şarkılara sebep olacak erkek geldi ve malumunuz o da gitti. Sonra Adele dünya listelerini salladı, Grammy Ödülülleri geldi. Hak ettiği yere geldi harika sesi, kalp atışını hızlandıran şarkıları.

Hayatımda her zaman inandığım şeylerden biridir: Yaşadığım, karşılaştığım.. her insan, durum, olay.. bana bir şey katar, bana öğretir, beni ben yapar.. diye. Adele'in de böyle bir sözünü hatırlıyorum. Yazılan şarkılar 'o' kişi hakkındaysa eğer,  derin bir şeyler yaşanmış ve kızımız da bunu kağıda dökmüş. Eee kötü mü olmuş?=] İyi ki aşık olmuşsun, iyi ki sevmişsin be Adele! Chelsea Lately röportajında kendisine olan hayranlığım daha da artmıştı. Ex'leri hakkında dürüstçe söyledikleri, neden-nasıl şarkı yazdığı(erkekler dikkat!), rahat tavırları.. işte Adele Laurie Blue Adkins.


Chelsea Lately röportajını buradan izleyebilirsiniz. Kimsenin beklemediği bir şekilde başarıya uğrayan 21 albümü kapsamında buralara uğramayacak olması da üzücü.

20 Mart 2011 Pazar

This Is The First Day of Her Life

''This is the first day of my life,  I swear I was born right in the doorway..'' diye başladı bu kez mırıltılar. Genelde her gün taktığım bir şarkı bugün Conor Oberst sesinden ve grubu Bright Eyes'dan; iç geçirici, sevgiliye olan aşkı, olmayan sevgiliye karşı özlemi.. dile getiren cennet şarkılardan biri. Çok mutlu bir şarkı olması da cabası. 

Yılın ilk büyük festivaline (30. İstanbul Film Festivali) bilet almak için yola düşüşüm sırasında (o sırada beynimde Conor'ın mırıldandığı malum) hala hangi filme gideceğimi kafamda evirip çevirirken; noktalar da beynimde ''asma-kat'a çivi çak artık!!'' diye dönüp duruyordu. asma-kat'ın birçok kurulma amacı var onlardan biri de bu yazıdan da hissedildiği gibi nereden başlayacağını bilmeyen(özellikle kendi kendimin altını çiziyorum) ama yazmayı pek seven yazarlar için 'asma' düşüncelerin olduğu 'kat'. Sadece ummakla kalmayayım; bu kat her şeye açık olsun, lekesiz zihinlerle taşsın.

Çiviyi çaktım,  sıra videoyu izlemekte.