13 Aralık 2012 Perşembe

Love is Paradise

Everything was Love.

Everything will be Love.

Everything has been Love.

Everything would be Love.

And everything would have been Love…



11 Eylül 2012 Salı

I'm with RHCP



"Doğum günü hediyen Red Hot Chili Peppers!" denilse; ilk önce benim gibi birisi iseniz utana-sıkıla "yok yahu, ne gerek var..." dersiniz. Şartlar kötü değilse de, 8 eylülü kanlı-canlı izlemek babında, arkadaşlarımla eğlenirim, güzel bir akşam olur diye beklersiniz. 8 eylül geldi ve biz "burası çok kalabalık, sıra çok var, yetişiiin!" laflarına bile aldırmadan epey geç gittik. Santral İstanbul yeşilliğiyle, binalarıyla gayet albenisi olan güzel bir ortamdır. Konser alanına girmeden bu güzellikler daha sonra gözümü doyurmadı arkadaş! Ayrılan kategoriler ve sahneyle aralarındaki mesafe güneşin etrafında dönen gezegenler mesafesindeydi. Tamam biraz abarttım ama ancak bu şekilde berbat durumu anlatabilirim. Anlaşılacağı üzere konseri ekranlardan izleyecektik!! Gerçi ekrandan da izleyemeyecektik çünkü ön grup olarak çıkan ortamı canlandıran bir performans gösteren Athena sahnedeyken ekranlar açılmadı ve karanlıkta izlenildi. Hem izleyeciye hem de sahnedekilere saygısızlık yapıldı.

RHCP sahneye 15 dk geç çıktığında, beklemekten sıkılmıştık artık. Arkadaş bile seni canlandıramıyor:)) Dörtlümüz Monarchy of Roses ile sahneye çıktığında güller açtım. Yalnız Anthony'in sesi bize biraz tuhaf geliyordu. Kesik ve cızırtılı gibi. 2. şarkı Dani California'da bu biraz gider gibi oldu. Canlı canlı konser izleyip, dinlerken  ses sisteminin gazabına da uğramak böyle oluyor herhal! Flea'nın oradan oraya koşturması, Anthony'nin sadece şarkımı söylerim arkadaş hali, Josh'ın sakat haliyle elinden gelenin en iyisini yapması ve cool duruşu, Chad'in sakin enerjisi... her şey harikaydı. İşkencemiz başlarda sakin olan, hareketlerimi, nefes almamı kısıtlamayan çevrenin giderek artmasıyla başladı. Konser deneyimlerim henüz istediğim şekilde rekor seviyeye ulaşmasa da; konserlerde şunların olması gerektiğini biliyorum: rahat hareket edeceksin, yemek kokuları arasında boğulmayacaksın, bayılma tehlikesi yaşamayacaksın... bunların tersi bu konserde mevcuttu işte. Siz kapasiteyi aşmış bir alana o kadar insanı sokarsanız böyle olur. Anladığım kadarıyla sadece vip, en pahalı biletleri alanlar yani sahneyle aralarındaki en az olanlar bu konseri rahat ve mutlu izledi. Kategori 1'ler dahi isyandaydı hatta konseri bırakıp gidenler bile var.

Sinirimiz bozulsa da, yine de konserde eğlenmesini, şarkıları boğazımız kuruyana kadar söylemesini bildik biz. I'm with You albümü kapsamında gerçekleşen dünya turunda olan bu adamların playlisti de bence iyiydi. Hem yeni albümden hem de eski klasik şarkılardan herkesi memnun edebilecek parçalar çalındı. Tabi ki kimseyi memnun edemezsiniz; kimisi Snow çalmadı, kimisi Breaking the Girl çalmadı, kimisi de Me and My Friends yoktu kii:((.. demiştir, diyecektir. Boşa.. İlhan Erşahin'le olan Did I Let You Know' da coştuğumuz, By the Way ile yaşa başa bakmadan hoplayan, dans eden bir topluluğun yanındaydık biz. Anthony'nin konser ortasında ev satın alma mubabbetinden sonra pek konuşmaması, bütün konuşmaları sanki Flea yapacakmış gibi anlaşmışlardı sanki:) Ezan sesini her zaman duyduğumuz için şanslı olduğumuzu söyledi. Konser bitimine yakın yine içindeki sevgiyi bize boşalttı, Chad bagetlerini izleyiciye attı. Tabi bu bagetleri kimlerini alabildiğini tahmin edebiliyordum. Çıkışta yaşayabileceğimiz ahiret kalabalığına rağmen o muhteşem Final Jam'i bile izledik. Adamların gitar soloları, enerjileri harikaydı. Geceden kalan tesellilerimizdendi onlar. Çıktığımızda yaşadığımız eve varış hikayemiz için ise şükür doluyum. Çünkü gecenin bir köründe ne taksi bulabildik, ne de dolmuş, ne de başka bir ulaşım aracı... Yakın olan evimize ancak 1 gibi varabildik, o da tanımadığımız insanların aracına binerek. 

Sağ ve salim evde olmak, böyle kötü organizasyonlar olmasın diye ümitlenmek, Red-Hot-Chili-Peppers ve Suck My Kiss...

not: fotoğraflar Dilan Bozyel'e aittir.

Modern Muzip Sanatlar

Unutamadığım bir salı günü yolumun düştüğü İstanbul Modern, beklentilerimi aşan gerçekliğin evrensel kümesi; yerküre üstündeki happy zone'um; külliye-i mutluluk olarak nitelendirmeyi seçtiğim özel bir yerleşke benim için. Yani İstanbul Modern deyince akla gelen ilk şey olan sanat kavramını daha ilk buluşmamızda aştığını ve benim için ondan çok daha fazlasını ifade ettiğini ve her bir araya gelişimizde bunun da ötesine geçerek beni şaşırttığını anlatmak istiyorum. İşte öyle günlerden birinde Burhan Doğançay'ın duvarlarına karşı başlayan serüvenimiz, The Dears'ın denize nazır boğaza karşı konseriyle devam etti ve bu rüyalar mabedi yine yaptı yapacağını.

19 Temmuz'a uzanan bu güzel temmuz haftasını Morrissey'ye niyet The Dears'a da kısmet olarak yorumlamak mümkün. The Tea Party ile aynı havayı soluduklarından mıdır, gönüllere, kulaklara aynı topraklardan doğup döküldüklerinden midir bilinmez; insana hemen yakınsayan soundlarıyla Tophane'deki o günü dolu dolu, neredeyse mükemmel geçirmemizi sağlayan grup. Ölmeden önce kanlı canlı izlenesi, dinlenesi, takip edilesi gerekenler listesinden konser sonrası silinen grup da aynı zaman yaşadıklarımızla, yaşattıklarıyla. 



Ve artık İstanbul sadece Modern değil; İstanbul Sevgi, İstanbul Aşk...

29 Temmuz 2012 Pazar

Assad is Shit

Beklenen gün geldi çattı ve konserdeki yerimizi daha doğrusu yerlerimizi aldık. Malum nedenlerden ötürü  yani organizasyon düşüncesizliğinin fendinin kollektif akıl tarafından yenilmesi ve Every Day is Like Sunday'in coşkusu üzerine yarı ayakta yarı oturmalı melez bir düzene bürünen seyirci alanı yüzünden, biz de merdiven boşluğu olmasa da biletimizin dikte ettiği yerden daha iyi bir pozisyona geçerek toplu yer değiştirme hareketi içindeki yerimizi bulduk.


20 adet şarkının yer aldığı performansında Moz çok bilinenlerle birlikte bir köşede hatırlanmayı bekleyen şarkılarıyla o sıcak gecede esen ve gönlümüzü ferahlatan tek rüzgar oldu. Açıkçası konser gösterdi ki Morrissey'in Best Of'larıyla bezeli bir listeyle karşıma çıkacağı düşüncesiyle hem beklentilerimi yükseltmişim hem de bencillik etmişim. Gerçi kalabalığın beklentisinin de bu yönde olduğunu, şarkı seçerek gösterdikleri tepkilerden anlamak mümkündü. 

Bu Morrissey'in performansının göz alıcı, gönül çelici olduğunu değiştirmiyor tabi ki. Üstelik bu adamın diğer konserlerini daha ilgi çekici kılıyor benim açımdan. Bütün kariyeri bir buçuk saate sığdırmak mantıklı olmazdı zaten. Bu konseri bir adım olarak görmek ve bütün yolu tek tek adımlayarak almak adına insanı teşvik eden bir yapı ortaya koyduğu da ayrı bir gerçek. Bütün sığ düşüncelerden sıyrılıp varacağım sonuç bu olsa gerek bir Moz hayranı olarak.

19 Temmuz gecesi ise bir başka üstadın kaliteli bir şarap hakkındaki sözleriyle birebir örtüşmekte: Dengeli, derin, bitimi uzun ve keyifli.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

3 Haziran 2012 Pazar

MoZ gelir güldür güldür...

2006 konserini kaçırmış...hımmm doğru kelime ne bilmiyorum bu durum için zira, o zamanlar zat-ı alilerinden bir haberdim... Neyse, sonrasında kendimi Morrissey'yi yurt sınırları içinde canlı izleme olasılığımın bulunmadığına öylesine inandırmıştım ki, hatta Red Menace'ı da inandırmaya çalışmıştım, çareyi MoZ'u yurt dışında yakalamakta bulmuştum. Derken yaklaşık 1,5 ay önce müjdeli haber geldi: 19 Temmuz Morrissey Konseri.



Yanılmış olmaktan mutluluk duyduğum anlardan biri daha peydah olmuştu. Bilet fiyatları, konser mekanı gibi iç burkan detaylar olsa da, herhangi bir ölüm-kalım, seferberlik veya ohal durumları haricinde suçuma alet ettiğim Red Menace'ı da koluma takıp Cemil Topuzlu'daki yerimi alacağım. Yerimin de paranın satın alamayacağı nitelikte olduğunu söyleyip, dosta düşmana nazire yaparcasına yazıma son vereyim. 19 Temmuz'da görüşmek üzere...

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Rihanna...

Dallarına karlar yağıyor Rihanna
Ri, yüreğine ayaz vurur da
Sen üşürsün oralarda...

Man Down sonrası pek çok insan aynı şeyi düşünür daha da ilginci söyler oldu: Kariyeri Man Down öncesi-sonrası olarak tanımlandı.

Bu şarkı şimdiye kadarkini geçtim, bütün kariyerinin en iyi, en elle tutulur parçası olabilir. Çünkü bu egzotik güzellik, ne kadar insanı sulu götürür susuz getirir gösteriyorsa; şarkının başyapıtlığı da o denli su götürmüyor.

22 Nisan 2012 Pazar

Mad Men Walking

Birinin her durumda söylenecek bir sözü bulunurken, diğerinin konuşmasına bile gerek yoktur.

15 Nisan 2012 Pazar

Balls Holland

Türkiye'de yaptıkları işle ve işin kalitesiyle gıpta edilen Vedat Milor ve Serdar Kılıç'tan bir taşımlık da olsa söz etmiştim. Neydi bu adamların ortak yanı: İstedikleri işi yapmaları ve bu hazzı diğerleriyle de paylaşmaları. Hobileri üzerinden yaşayan adamlar, hem de ülke standardlarının epey üzerinde... Şimdi de bunu Dünya çapında üstelik ruhun gıdası denilen sektörde gerçekleştiren adama bi bakalım: Jools Holland.


Bu adamdaki koç yumurtası kimse yok! Kaliteden olduğu kadar sürümden de  kazanan Yok Yok! stüdyosunda istediği konukla sohbet etmesi, istemediğiyle kıçını dönüp muhattap olmaması; kendisi ortaya çıkana dek hiçbir baba yiğidin harcı değildi.

Aslında bu tip hayallerini gerçekleştiren adamlar iki ucu keskin bıçak: Bir taraf eğer can-ı gönülden istenirse ne olacağımızı gösterirken, diğer taraf ne olmadığımızı yüzüme vurmakta.

12 Nisan 2012 Perşembe

Küre'den Dolup Taşanlar

Sanki uzun zamandır yazılmadı buralara. Yazılıyor da biraz aksatılıyor gibi. /doğruyu söylemek lazım\ Ben bazen buralara bir kuple müzik için uğrarken, O türlü türlü şeyle geliyor. Biz böyle bazen sık, bazen arada bir gelirken 1 yılı devirmişiz de haberimiz yok!! Kuruluş hikayesini bir gün torunlarıma da anlatacağım; varlığıyla, paylaştıklarıyla, verdikleriyle... beni bir nevi güp güp ettiren asma kat'ın, Happy Zone'un, Gosphere'in nice yılları olsun, Miles Kane'in demesi gibi aklımızı hep yeniden düzenlesin!!

11 Nisan 2012 Çarşamba

Dizi Yazısı: Ey Cemaat-! Greendale


Community içinde bulunduğu dönemin en dikkat çekici komedisi. Tv ve sinema tarihi adına yüzlerce gönderme bulundurması hatta bazı bölümlerin tamamen o yapımlardan uyarlanmasına rağmen dizinin özgünlüğünü koruyabilmesi alamet-i farikası. Paintball, yastıktan kaleler, mockumentary bölümleriyle çoktan kendi fenomenlerini yarattığını da belirtmeden es geçmek olmaz.

Dizi, ismini bizde yapısal olarak tam da karşılığı olmayan "community college" kavramından alıyor ve doğal nedenlerle bir araya gelmesi neredeyse imkansız olan 7-benzemez'in oluşturduğu çalışma grubu etrafında dönüyor. Bu diğer karakterlerin benzeştiği anlamına gelmesin: Çoğunun bu muhteşem 7'liden fazlası var, eksiği yok.

Tek tek karakterleri tanıtmaya gerek görmüyorum çünkü anlattıkça lastik gibi uzayacak, dipsiz kuyu şeklinde birçok karaktere sahip. Tüm bunların arasında kilit karakter olarak Abed'i ele alsam kafi olacaktır diye düşünüyorum. Abed, kitabi olarak psikolojik problemleri olan, insanlarla ve hayatla sadece ama sadece tv-sinema üzerinden aktarmalı olarak bağlantı kurabilen bir dahi. Abed'i anladığınız vakit, aslında bütün Community dünyasının onun algısı üzerinden bize aktarıldığını düşünebilirsiniz ve yanlış da sayılmazsanız. Çünkü Community'nin bize böyle bir sürpriz yapma olasılığı her daim mevcut.

Unutmadan Community'nin iptalin eşiğinden döndüğünü ve durumunun hala muallakta olduğunu belirtmem gerek. Community efsane olmasa da, efsane olmaya aday yapısıyla bundan daha iyisini kesinlikle hakediyor.

25 Mart 2012 Pazar

Kederdeyim, Yangınlardayım, Utanırım... Söyleyemem

Aşk:Dış kapının mandalı

Bir film düşünün aşkın bilinene iki türünü de kapsasın: 
The Notebook(hayallerdeki aşk) + Blue Valentine(mutsuz sona sahip gerçekçi bir aşk hikayesi)
ve aşkı, bunun dışında bıraksın.

İlişkiler üzerine bambaşka perspektifler sunan Closer, aşk yoktur, varsa bile böyledir, diyor: Başka bir tür... Aşkı savaş(Larry), keşif(Anna), başarı(Dan) ve oyun(Alice) olarak gören dört kişinin çatışmaları yakınsayarak, uzaksayarak ve iç içe geçerek hikayeyi meydana getiriyor.


Doğru'yu kullanış şekliyle kendisine hayran bırakan Larry karakteriyle Clive Owen harikalar inşa ediyor. Anna ile Julia Roberts alışageldik sıradan kalıplarının dışına ilk defa çıkarak dikkat çekiyor, takdir toplamasına ise daha var. Alice/Rachel ile "oldum" mesajı veren Natalie Portman bu filmle birlikte büyükler ligine adım atıyor ve bilindiği üzere gerisini de getiriyor. Jude Law ise şöyle böyle.

"Erkekler aptal, kadınlar ise onlara katlandıkları için daha aptal" düşüncesi bu derece kompleks bir filmi açıklamaya yetmese de bir fikir veriyor en azından.

12 Mart 2012 Pazartesi

Bir yağış şekli olarak Messi

Aşağıdaki videoda bu doğa olayına canlı gözlerle ilk kez tanıklık eden yurdum insanının tepkisi görülebilir.

27 Şubat 2012 Pazartesi

Ve Amerika...

...Michelle Obama'sını oynayacak aktristi buldu:




Gerçi Oscar'ı kucaklasaydı daha anlamlı olacaktı ama elden bir şey gelmez.

26 Şubat 2012 Pazar

Şöyle Böyle

Jude Law aramızda kan uyuşmazlığı olan, kanımın bir türlü ısınamadığı aktörlerden biridir. Hayranlarının kendisini göklere çıkarmasının etkisi, kendisine karşı olan tepkimin başlıca nedenidir de. Hadi moda deyimi de kullanayım tam olsun: Overrated.


Altını bir kez daha çizmek istiyorum: Kendisinin başarısız, kötü bir oyuncu olduğu kanısında kesinlikle değilim. Aman ha! Zaten Hollywood'daki baskınlıkları günden güne artan Ada aktörleri furyasının değerli bir parçası kendisi.

Tartışma da buradan çıkıyor: Ben kendisinin bir projede tek başına ana parça olamayacağı yönündeki düşüncemi koruyorum ve kendisini, fazla göze batmadan ayarı verip gittiği, daha çok Gattaca ve Sherlock Holmes'deki gibi tamamlayıcı veya Closer, Contagion, The Holiday'deki gibi ana parçalardan biri olarak görmek isterim. Fazlası bana olduğu kadar kendisine de zarar...

23 Şubat 2012 Perşembe

Ahududu goes to...

Drive ile birlikte son dönemin en çok merak ettiğim yapımıydı Jin ling shi san chai (The Flowers of War). Nasıl olmasın? En sevdiğim aktörler sıralamasında  başa güreşen Christian Bale, değeri az bilinen afili oyunculardan Paul Schneider, sinemada estetik denince Tarsem Singh ve Wong Kar Wai ile birlikte akla düşen ilk isim olan Zhang Yimou faktörleri, Uzakdoğu Sineması'na olan düşkünlüğüm ile birleşince Voltron'ın oluşması kaçınılmaz hale geldi.



Başlıktan da anlaşılacağı üzere filmle alakalı olarak yazabileceğim en iyi sözler yukarıda olup, bunlar da nötrden ileriye gitmemektedir. Kötü senaryo, kötü sinematografi Hollywood'a öykünmenin sonucu mudur yoksa ben mi eleştirel çıkış noktası arıyorum bilmiyorum ama filmin, parlaklığının altında kaldığı mutlak.


Mesela tarihte aynı dönemi irdeleyen bir başka çalışma ve vasatın üstündeliği tartışma konusu olan The Children of Huang Shi çok daha başarılıdır derdini anlatmak ve samimiyet konularında.

Film temelsiz ve o temelsizliğin üstü o kadar derme çatma ki, oyuncuları eleştirmeye sıra gelmiyor ama ben yine de deneyeyim: Paul Schneider geçerken uğramış gibi değil, hakikaten geçerken uğramış; C.Bale ise Yhang Zimou ile çalışmak için yanlış projeyi seçmiş. 


"Son dönem çalışmalarına bakınca tam bir Nicolas Cage filmi olmuş" saptaması, benim için tam anlamıyla hayal kırıklığı olan The Flowers of War'u özetlemeye yetiyor da artıyor bile.

22 Şubat 2012 Çarşamba

Cehalet Mutluluktur

İkinci bir El Secreto de sus ojos vakası ile karşı karşıyayız. 

Bazı filmler vardır: Seyirci müdahil olmak ister, fakat olamaz, çünkü ok yaydan çıkmıştır bi kere elden bir şey gelmez; olsa bile kendini öyle bir durumda bulur ki müdahil olduğuna olacağına bin pişman olur. İnsanı Araf'ta, iki arada bir derede bırakan, böylesine dehşetengiz bir film Incendies!

Filmin yarattığı psikolojiyle ilgili tek tesellim, gerçek bir hikayeden uyarlanmış olmaması(?)


1+1=...


21 Şubat 2012 Salı

Dizi Yazısı: Modern Family

Modern Family'yi Altyazı dergisi anlatmaya başlasaydı, kim bilir belki anlatmıştır da, cümleye "Mükemmel şekilde formüle edilmiş bir Amerikan dizisi" ile başlardı. Ve bu kanıya katılmamak imkansızlaşırdı.

Arrested Development ile hayatımıza giren belgesel formatı (mockumentary); The Office'de tecrübe ettiğimiz karakterlerin kamerayla baş başa kalıp içlerinin tozlarını aldıkları itiraf köşesi; sıklıkla karşımıza çıkan tipik Amerikan aile yapısı gibi kalıpların çok iyi kullanıldığı bir proje. 

Modern Family'de, yaşadığı coğrafyada çağına ayak uydurmuş, görünür bağlarla birbirine bağlı irili ufaklı üç ailenin hikayesi konu ediliyor. Komedinin olmazsa olmazı: Zıtlıklar, yanlış anlaşılmalar, küçük yalanların yanı sıra karakterlerin çok yönlülüğü dizinin başarısında büyük pay sahibi. Özellikle çocuk karakterler ve çocuksu büyükler arasındaki denge çok iyi kotarılmış. Aileler arasında Phil Dunphy'nin başını çektiği Dunphy Ailesi ise, tek başına sit-com konusu.


Modern televizyona ve modern zamana ait parçaların toplanarak ustalıkla bir araya getirildiği ve bahsi geçen kalıplar içinde kalan, klasik tabirle şimdinin en iyi sit-com'u. Tabi bu denli bir formülasyon içinde özgünlük ne derece aranır, bu izleyiciye kalmış; ama arayanlar için, misal ben, zamanla kalitesini ve çizgisini koruyor olsa bile, ne yazık ki heyecanını yitireceği kesin gibi gözüküyor.

20 Şubat 2012 Pazartesi

'Drive' After Party

Drive "Süper gücü konsantrasyon olan bir adamın hayatından bir kesit"in beyazperdeye olan izdüşümü. 

Film, tanımda da olduğu gibi kesit'in sözlük anlamını tamamiyle karşılıyor. Gelişme bölümünden mütevellit bir hikaye sanki, tanıklık ettiğimiz olaylar örgüsü; öyle ki ilk sahneyle birlikte istim üstündeki yolculuğumuz başlıyor. Yönetmenin seyirciye alışma, adapte olma zamanı, şansı tanımadığı belli. "Bilmediğiniz topraklardasınız, dikkatli olun!" diyor. Tabi yönetmenin mumunun fitili, istediklerini seyirciye dibine kadar yaşatabilmesi için yeterince uzun değil. Seyircinin ortama alışmasıyla süpriz faktörünü yitiren yönetmen, filmin geri kalanına göre etkisiz kalan bir son!a ve elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışmış olmanın verdiği rahatlıkla huzurlarımızdan ayrılıyor.

Evet, konsantrasyonu süper gücü olan bir adam var karşımızda: Sürücü. Sevgi ile maksimize ettiği konsantrasyonunu azmiyle yoğuruyor. Adamımızın öncesi ve sonrası meçhul, tıpkı filmin başı-sonu gibi. Nasıl biri olduğu yaptıklarıyla tanımlanıyor, biz tanımlıyoruz. Yani hemen hemen hiçbir şey bilmiyoruz hakkında.

Ryan Gosling'in şimdiye kadar çalıştığı projeler içinde en çok itina gösterdiği filmdi Drive, dolayısıyla "sürücü" de karakter olarak bu kisveden nasibini aldı. Buna rağmen robot gibi oynamak vb. ithamlarla suçlandı. Adamımızın ecel terleri döktüğü, dişlerini sıktığı sahneler göz ardı ediliyor. İtham edilen yakıştırmalarla soğukkanlılık arasındaki farka dikkat çekmek isterim.  Keza gözlerinin içinin güldüğü, oyunlar oynadığı Irene ve Benicio'lu sahneler de unutulmamalı bu bağlamda.

Filmde herşey dozajında hatta o dozajın da altında ve yoğun şekilde verilmiş. Dakikalarca süren araba kovalamaca; kurşunun yağmur olup yağdığı lakin ne hikmetse bitmediği silahlı çatışma; vıcık vıcık aşk sahneleri ve uzayıp giden diyaloglar yok. Herşey kesin ve net. Tıpkı ölümle yaşam gibi.

Paralelin de başka insanların hikayesini anlatan Brick'e çok benziyor atmosfer itibariyle. İç hesaplaşmadan yola çıkarak döngüsel kurgusu itibariyle In Bruges'e de. Tempoyu genele yayma konusundaki yetersizliğiyle de 3:10 to Yuma'ya...

Parçaların, bir araya geldiklerinde oluşturduğu bütünden daha iyi olduğu bir yapım. Gelenekselden kopmadan özgünlük arayışında olması da takdir edilesi bir özelliği olan Drive'ın eksikliklerine rağmen senenin en çok ses getiren işi olması "Acaba..?" sorusunu da beraberinde getiriyor.

17 Şubat 2012 Cuma

I'm your Shoulder Lean Upon

Yuvayı Serdar Kılıç Yapar

On parmağında on marifet doğa adamı Serdar Kılıç 2,5 sene içerisindeki 4. değişik program konseptiyle ekranlara döndü. Bu sefer bir dağ evi/kulübe yapma peşinde.


Daha öncesi de var olan programcılık hayatında kendisini sürekli yenilemesi takdire şayan bir durum. Çünkü yıllardır aynı şeyi yapan, durup durup kendini tekrarlayan ne televizyonculuk olayları biliyoruz; bir de kendilerini, yaptıkları şovları klasik addetmiyorlar mı...neyse.

Serdar Kılıç'ın gıpta edilecek bir sürü özelliği var ama en önemli özelliği: Ne istediğini bilmesi ve onun peşinden gitmesi. 

Yapmak istediğini yapan ve bunu da bildiği en iyi yolla seyirciye aktarmak arzusunda olan bu adam, toplumun ihtiyaç duyduğu rol modellerden biri. 

The Sound of Gain

15 Şubat 2012 Çarşamba

Bağımsızım ben Bağımsız!


Ülkemizde sinemaseverler için pek iyi festivaller düzenleniyor. Baskın olarak dünya sinemasının yanında payı gitgide artan Türk filmleri de bu festivallerde göz dolduruyor. İşte bu göz dolduran yapımların, üstelik bağımsız sinemanın hakkını veren  11.Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali 16-26 şubat tarihleri arasında İstanbul, 1-4 mart Ankara ve bu yıl ilk kez 2-4 mart tarihleri arasında İzmir'de karşımıza çıkacak.


Biletler festival gişelerinde ve mybilette. Filmler; Afm Fitaş Beyoğlu, Afm İstinye Park, Afm Budak Caddebostan, Cinebonus Maçka G-Mall'da. Özellikle beklerim efendim.


http://www.ifistanbul.com/tr/


Köşeli Aşk

14 Şubat 2012 Salı

Dizi Yazısı: Northern Exposure

Dizinin geçtiği mekan Cicely'ye, bilenler için, Kaf Dağı'nın yamacındaki kasaba yakıştırması yapsam eğreti durmaz herhalde. Keza efsanelerle gerçeklerin ince bir perdeyle ayrıldığı, kimi zaman da içe içe geçtiği adeta masalsı bir yer...


Spiritüellliğin tavan yaptığı bu kasaba, kayıp ruhlar, hayatta yeni bir çıkış arayanlar ve kendilerini bulmak isteyenler için bir rehabilitasyon merkezi ve kaderin ağlarını çeşitli yollarla örmesiyle bir araya gelen bin bir çeşit kafadaki insanın bittiği bir felsefe tarlası.

İlk bakışta şehirli bir doktorun mecburi hizmeti nedeniyle gittiği Alaska kasabasında başına gelen tuhaf olayları  izlettirecek gibi algı yaratsa da, bölümler ilerledikçe dizinin hiçbir konuda sınır tanımadığına tanıklık ediyoruz. Tıpkı Cicely'nin sınırlarının genişliğine akıl erdiremeyişimiz gibi. Bu da dizi yaratıcılarının hangi kaynaktan beslendikleri sorusunu beraberinde getiriyor...

Northern Exposure çok iyi olduğu kadar özel de bir yapım. Onun değerini az kişinin bilmesi de, onu daha özel yapıyor.

12 Şubat 2012 Pazar

Yazı Dizisi: Black Books

Resmin Clerks havası estirdiği doğru fakat içeriğe inince aslın öyle olmadığını görüyoruz sevgili dostlarım. Ben bunu pek uzun olmayan amma velakin kayıp olarak nitelendirdiğim bir yoldan öğrendim.

Komedi krizimin tuttuğu bir dönemde araştırmalarım beni Black Books'un olduğu sokağa çıkardı. Hakkında gerçekten iyi yorumlar okudum, üstüne bir de Coupling referansı eklenince "He işte, tamamdır!" dedim. Sonraları(şimdi) teminatım olacak, hepi topu altışar bölümden oluşan üç sezon da oldukça cazip gelmişti açıkçası. Yani kaybedecek pek fazla şey yoktu.

Ne İngiliz dizilerine karşı önyargılı biri, ne de bu diziye karşı yüksek beklentiler içinde olmadığım halde istediğimi bulamadım. Hatta bir ara bırakmayı bile düşündüm, fakat sadece 18 bölümden oluşması bu düşünceme ket vurdu. Gerçi her sezon bir öncekine oranla daha iyiydi, ama yine de o tepe aşılamadı.

Fiziksel komedi(slapstick) sevenler içinse oldukça uygun düşen bir yapım olduğunun altını çizeyim son olarak. Fiziksel komedinin, komedinin kreması olması gerekliliğini savunan bendeniz ise, tek tük güldürüp eğlendirse de zorlama espri anlayışına sahip, zamanın gerisinde bir yapım olarak göreceğim Black Books'u.

11 Şubat 2012 Cumartesi

Yazı Dizisi: Mad Men

Dünyanın kapitalizm başkentinde onu besleyen ana damar: Reklam-Pazarlama Sektörü. 

Bu girizgaha bakınca gerilim faktörü ön plana çıkıyor, dram'ın aksine. İnsanda uyanan ilk izlenim Wall Street, The Firm tarzı entrika yüklü bir hikaye ve onun etrafındaki yaşamlar... 

Tabi The Sopranos ile mafya'yı sadece konsept olarak kullanıp hikayeyi onun üzerine taşıyan Matthew Weiner yaşayan bu sektörü, bu dönemi basamak olarak kullanarak Mad Men'e imzasını atıyor. Her iki yapımda da karakterlere odaklanıp hikayeyi ve diğer etmenleri dolgu malzemesi olarak görüyoruz.

Önemli adamlar-ister kader deyin, ister tesadüf-ve onlara kalan miraslar... Richard Whitman ve Tony Soprano. Onları önemli yapan miraslarının(Don Draper, Sopranos Ailesi) ağırlığı altında yaşamlarını sürdürme çabaları...Hiçbir alakası olmamasına rağmen süper kahraman gibi çifte kimlik taşıyan, adeta, bir anti-kahraman ile ailesinin şeytanları yetmiyormuş gibi kendi şeytanlarıyla da uğraşmak zorunda kalan sıradışı çözümlerin adamının hayatlarına insani bakışlar...Olağanüstü yaşamlarda gerçekçi portreler...

Mad Men, bu bağlamda The Sopranos'tan devraldığı bayrağı o kadar iyi taşıyor ki beni bağımlısı haline getirdi. Geçtiğimiz sezonun bombası Game of Thrones'dan bile daha fazla iple çekiyorum yeni sezonu.

Gerek zaman, gerek coğrafya, gerek sistem olarak bu denli uzakken, herşeyi toplumun en küçük yapıtaşı olan insana indirgeyebildiği için farkını ortaya koyuyor Mad Men. Bunu da anlatmak için Don Draper'dan daha iyisi bulunamaz:


Hem kim demiş erkekler ağlamaz diye!

9 Şubat 2012 Perşembe

Sıkıntı Var!

Bu adamın d.ö.r.t filmini (Magnolia, Boogie Nights ile aynı yapıda olmasına rağmen ayakları yere daha sağlam basan filmken; Punch-Drunk Love tuhaf bir aşk filmiydi. There Will Be Blood'ı ise, üstad Daniel-Day Lewis sağolsun, sevmemek mümkün değildi.) izledim: Ya arkadaş, filmlerin hepsi mi aynı etkiyi gösterir! Başı 40 yılda bir ağrıyan, migren nedir bilmeyen benim bile başıma girmeyen ağrı kalmadı Paul Thomas Anderson'ın filmlerinden sonra. Sağlam yönetmensin haliylen iyi filmler de yapıyorsun, ee gençsin de...


Bu gidişle senden çekeceğimiz var anlaşılan!

8 Şubat 2012 Çarşamba

'Drive' Partisine Davetlisiniz!




Empire Magazine yazarlarının 2011'de 1. sıraya koydukları canımız filmimiz /daha filmi izlemeden, filmi tepelere çıkartmak bu olsa gerek\ Drive, 10 şubatta bu topraklarda vizyona girecek. Filmle ilgili beklentilerim yüksek anlaşıldığı gibi. Ryan Gosling elbette bu beklentileri arttırıyor. Gözden kaçırmadığım ve üzerinde durmak istediğim noktalar ise; Drive'ın birçok festival dolaşması, ödüller alması... Filmin yapım aşamasına geçmesinde çok katkısı olan, hatta yönetmeni bile bulan Ryan Gosling filmde belki kariyerindeki en önemli rollerinden birini oynuyor. Çok konuşulan ve konuşulmaya devam edecek bu filmin soundtrack'i de dillere, mırıldanmalara düşücek cinsten. Filmle ilgili ipuçlarından bile kaçan bana en faydalı şey bu soundtrack oldu.

Empire Magazine'nin en beğendikleri filme özel poster çalışmasından bir seçimimle ve Drive'ın soundtrack'inde yer alan adamı iyi anlamda mahveden bir şarkıyla partimize başlıyoruz.

(Benim gibi filme göz değdirmeyerek, vizyona girmesini bekleyerek, sabrederek zamanını geçiren birini biliyorum. Umarım Drive oraya da gider. Sabır taşına döndük!)






 Posterlerin tamamı: 14 Alternative Drive Posters

6 Şubat 2012 Pazartesi

Dizi Yazısı Yazı Dizisi

Günümüz dünyasında iletişim internet sayesinde öyle bir hal aldı ki gerçek anlamda sınırlar kalktı. Sınırların yerine erişim engellemeleri ve zaten var olan ama kapsamı daha da genişleyen sansürlemeler geldi. Tabi bunlar sınırlamanın ötesine geçemediler. Geçmemelerini de temenni ediyoruz. 


Sınırların kalkması müzik sektörünü derinden sarsıp, ticari açıdan, ciddi değişikliklere sevk etse de, farklı olarak, tv dünyası için işler öngörülemez boyutlara ulaştı. Uzaklara gitmeye gerek yok; ülkemizin dizi cenneti haline gelmesi en iyi örneklerden biridir. Talebin, sosyo-ekonomik koşullar sayesinde, arzı hep yukarı çekmesiyle dizi enflasyonunun doruklarına ulaşan ülkemiz kanalları Doğu Avrupa, Ortadoğu, Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerine dizi servis eder hale geldi.

Bu da eşyanın tabiatı gereği önemli bir kesimin enflasyona rağmen iç piyasayı yetersiz ve tekdüze görmesi, daha iyilerine yönelmesini kaçınılmaz hale getirdi. Burada nedenin(internet) aynı zamanda araç olarak kullanıldığını görebiliriz.


Sonuç olarak diziler hayatımıza öyle bir yerleştiler ki onları dikkate almadan plan yapamaz hale geldik. İtiraf edelim, hangimiz onlar yüzünden en azından yaşamımızın bir döneminde haftanın bir gününü iple çekmedik ki!

Hayatlarımızda istesek de istemesek de önemli yer tutan, hali hazırda devam eden veya çoktan bitmiş olup da etkisini halen üzerimde hissettiğim veyahut iptal edilip de dumanı üstünde tüten diziler hakkında irili ufaklı bir yazı dizisi kaleme alma isteğim de bu nedenlerden dolayıdır. Umarım Red Menace da gerekli katkıyı sağlar. Kendisinden özellikle Gilmore Girls yazısı bekleyerek, ileri gitmiş olmam herhalde.

4 Şubat 2012 Cumartesi

Video Games

Sosyal medyada genç kızların en sık kullandığı kalıplardan biri haline gelen "burnum omzunda" deyişiyle akıllarda yer eden Sakin şarkısına cevap Adele'den geldi. Ada'nın yeni gözdesi olma yolunda emin adımlarla ilerleyen 19'luk şarkıcının bu çıkışına nasıl bir karşılığın geleceği ise merak konusu.

2 Şubat 2012 Perşembe

Bana Kendini Getir


16 eylül 2011 - 22 ocak 2012 tarihleri arasında İstanbul Modern Sanat Müze'sinde gerçekleşen bir sergi vardı. Adını ilk Türk kadın romancı Fatma Aliye'nin Ahmet Midhat'la yazdığı romandan alan: Hayal ve Hakikat. Daha sonra araştırınca öğrendim ki bu romanın iki bölümlük kısmında; hayal kısmını Fatma Aliye, hakikat kısmını Ahmet Midhat yazmış. Sergi de Türkiye'den kadın sanatçıların hayallerini hakikatlerle karşılaştırmalarını eserleriyle anlatıyor. Toplumumuzda, kadına geçmişten günümüze bakış, hem hayal hem de yaşanan olayların görselliğe dökülmesiyle, bizi sorguya çağırıyor.

Sergide fotoğraf çekimine malesef izin yoktu. Not alarak idare etmeye çalıştım. Netten biraz eserlerin fotolarını bulabildim. Tabi sergiye gitmek gibi olmuyor. Yakından hissetmek, sanki sanatçısı da burada hissini yakalamak bambaşka. Küçük filmlerden, dekorlardan, videolardan, fotoğraflardan... insan olarak tüketim açlığımızı, nerede olduğumuzu, kadınlığımızı, insanlığımızı... bazen zorlanarak, bazen gülerek, bazen hüzünlenerek sorguladığımız ve bu sorgunun bitmemesini dilediğim bir sergiydi.




Handan Börüteçene - Bana Kendini Getir, 2009 

Şöyle söyledi mekân:
Beni ilk gördüğün zamanki heyecanlarını getir,
Her biri bir başka işinde sana yol olan
Bana kendini getir.
Her bir parçanın dünyaya karışmış olanından geriye kalan.
Bana eski misafirlerimden bir parça getir,
Hani senin de şu çok sevdiğin,
Yan yana dizili 19 kişinin bize bakan yüzlerini taşıyan.
Kurimbu köylülerinin yekpare ağaca yonttuğu,
Her birinin hikâyesi uzaklarda boş bir bavul gibi asılı kalmış olan.
Bana 19 bavul getir,
Her biri başka birinin belleğini saklayan.
Bana kaybolduğun bütün anları getir,
Her biri başka birinin belleğini saklayan.
Bana kaybolduğun bütün anları getir,
Merceklerden bakıp zamanın izlerni süreceğin.
Bana eski sandalyelerimi geri getir,
Her biriyile başka bir belleği kavuşturacak olan.
Bana Rumi'nin şiirini getir.
"Her gün bir yerden göçmek ne iyi.
Her gün bir yere konmak ne güzel" diye başlayan,
"Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazık" diye biten.
Bana insanlar getir,
Her biri geldiği yerin tesellemecisi olan.
Bana hayallerini getir,
Yaşarken beni baştan ayağa sen yapan.
Bana kendi belleğimi getir,
Hasretle karşılaşmayı beklediğim.
Bana her şeyi getir.
Her biri bir başka şeyin her şeyi olan.

Handan Börüteçene
Paris, 2008

not: Handan Börüteçe'nin Bana Kendini Getir adlı duvarda olan eser yazısını, görevlilerden rica ederek fotoğraf makinamla çekip, blogumuza yazarak buraya koymuş oldum.

21 Ocak 2012 Cumartesi

Filmi Olmayan Soundtrack Albüm

2011 mayısından bu yana kulaklarda eşine pek rastlanmayan bir güzellik yaşatan, filmi olmayan soundtrack albüm misali hâlâ bıkmadan dinlediğim bir albüm var. Amerikalı müzisyen, prodüktör Danger Mouse (Brian Burton) ve İtalyan besteci Daniele Lupi ortaklığıyla çıkan Rome.

2005'ten beri, italyan western filmlerin müziklerinden etkilendiklerini göstererek; vokallerde birbirinden farklı yorumları, Norah Jones ve Jack Black, birleştirdiler. Bu iki farklı yorum Rome'un karanlık, western filmlerinden hatırladığımız uçsuz bucaksız sessizliği, aşkı..; Jack White'ın sesinden -The Rose with the Broken Neck, Two Against One, The World- Norah Jones ise  -Season's Trees, BlackProblem Queen- şarkılarıyla yaşattı. Ayrıca Black'in Breaking Bad'in 4. sezon finalinde bizlere selam çakmasıyla kısa şaşkınlığımız, mutluluğa dönüştü.

Rome üzerinde epeyce uğraşılmış, Jack ve Norah olmadığı zamanlarda dahi insanı içine çeken, yüreği akan bir albüm.






15 Ocak 2012 Pazar

Yeni Başlayanlar için Hayat

Kimi filmler Michael Clayton vardır, oyuncular alıp-götürür; kimi filmler Social Network vardır, hikaye akıp-gider; kimi filmler vardır yönetmen(lik) ön plana çıkar: İşte böyle bir film Beginners

Başarılı oyunculuklar göze çarpmasına rağmen Mike Mills her planda önde kalmayı başaran tarzda bir yapıt ortaya koymuş. Öyle ki senaryo, hikaye bu özgünlük içinde erimiş-gitmiş. Hatta filmin merkezinde yer alan, onsuz bir sahnenin bile olmadığı ve aynı zamanda anlatıcı payesini de üstlenen Oliver Fields'in tepkisizliği/tarafsızlığı çoğu zaman kamera arkasındakilerden bir farkının olmamasıyla beraber Ewan McGregor için çizilmiş olan bu karakterin, yönetmenin kamera önündeki tezahürü olduğu sonucuna da doğurmakta.

Oliver Fields'in hayatında bir noktadan sonra birbiri ardına hayatını değiştirecek olaylar peydah olur. Annesinin ölümüyle başlayan bu süreç; babasının gey olduğunu itiraf etmesi, kansere yakalanıp ölmesi ve babasının ölümünden sonra zorla götürüldüğü partide bir kızla tanışıp, ona aşık olmasıyla devam eder. Bütün bu dönüm noktalarına rağmen oldukça durağan bir film Beginners. Bunu da merkezdeki adama borçlu. Bu olayların yarattığı rüzgara kapılmadan, seyirciyi de kaptırmadan bir adamın gözlemlerine ortak oluyoruz. Burada Eternal Sunshine'da olduğu gibi kendini nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeden joel ile fırtınanın içinde ordan oraya savrulurken bulan veya Punch-Drunk Love'da olduğu  gibi temponun yavaş yavaş artıp sonlara doğru zirve yaptığı bir tarz benimsenmemiş. Mike Mills'in bu filmle, özgünlüğünden ödün vermemek adına, iyi bir filmden öte farklı bir film kovaladığı belli.




14 Ocak 2012 Cumartesi

Kan Sporu


90'lar, az kanallı ulusal yayın devri. Gerçi çok kanallı olsa kaydedecek yerimiz de yoktu ama... Belli başlı programlar, az sayıda dizi, çok sayıda film. Filmlerde ağırlık yerliden yana, Kemal Sunal lokomotifte; geriye kalanlar ise, Parliament Sinema Kulübü'nü azad ederek, içi boşaltılmış aksiyon, dövüş filmleri.

Bunlardan o kadar çok izledim ki sayısını hatırlamıyorum. Çünkü hepsi birbirinin karbon kopyası, klişeler yumağı. Ayrıca niteliğin olmadığı yerde, niceliğin ne önemi var! 

Son birkaç yılda ise bu klişeler yumağını çözmeye çalışan yeni projeler ortaya konulmaya başlandı. Daha iyi oyuncularla, aralara serpiştirilmiş tamamlayıcı yan hikayeleriyle, gedikleri kapatılmaya çalışılmış zenginleştirilmiş senaryolarıyla modernize edilmiş dövüş filmleri.

11 Ocak 2012 Çarşamba

Açtı Laleler Beyaz



Sakin'in yapboz oynar gibi içinden karışık kelimeleri seçip, bir araya getirirken mutlu olduğum şarkısı. Sakin, mutlu, umutlu ve bir gülümseten benim...

Burnum omzunda diyor yahu! Daha güzelini düşünemiyorum.

4 Ocak 2012 Çarşamba

Film Özeti Deyip Geçmeyin!

Film afişlerinin eğer layığıyla hazırlanmışsa, filmin özeti olabileceğine inanmışımdır. Evet bir afişe böyle bir görev yüklemek belki ağır kaçıyor ama afişlerde filmlerin yazı halinde olan minik özetlerinden çok fazla şey buluyorsunuz. Bir de filmle ilgili ince, filmi izledikten sonra "işe budur!" diyebileceğimiz göndermeler de varsa...

Empire Magazine 2011'i noktalarken; favori filmlerini, soundtrack'leri... seçtiler. Kısacası yıl biterken âdetlerini gerçekleştirdiler. Benim de birkaç gün önce fark ettiğim hazırladıkları 29 afişin içinden; biraz zorlanarak, kendimi sınırlayarak anca seçebildiğim 6 afişi başka gözler de görsün istedim. Bu 6, 10 da olabilirdi ben de işin içinden çıkamayabilirdim. Sizin de beğendiğiniz, farklı bulduğunuz afişler varsa, paylaşırsanız sevinirim.



Afişlerin tamamı: 2011 Review: Best Posters