11 Eylül 2012 Salı

I'm with RHCP



"Doğum günü hediyen Red Hot Chili Peppers!" denilse; ilk önce benim gibi birisi iseniz utana-sıkıla "yok yahu, ne gerek var..." dersiniz. Şartlar kötü değilse de, 8 eylülü kanlı-canlı izlemek babında, arkadaşlarımla eğlenirim, güzel bir akşam olur diye beklersiniz. 8 eylül geldi ve biz "burası çok kalabalık, sıra çok var, yetişiiin!" laflarına bile aldırmadan epey geç gittik. Santral İstanbul yeşilliğiyle, binalarıyla gayet albenisi olan güzel bir ortamdır. Konser alanına girmeden bu güzellikler daha sonra gözümü doyurmadı arkadaş! Ayrılan kategoriler ve sahneyle aralarındaki mesafe güneşin etrafında dönen gezegenler mesafesindeydi. Tamam biraz abarttım ama ancak bu şekilde berbat durumu anlatabilirim. Anlaşılacağı üzere konseri ekranlardan izleyecektik!! Gerçi ekrandan da izleyemeyecektik çünkü ön grup olarak çıkan ortamı canlandıran bir performans gösteren Athena sahnedeyken ekranlar açılmadı ve karanlıkta izlenildi. Hem izleyeciye hem de sahnedekilere saygısızlık yapıldı.

RHCP sahneye 15 dk geç çıktığında, beklemekten sıkılmıştık artık. Arkadaş bile seni canlandıramıyor:)) Dörtlümüz Monarchy of Roses ile sahneye çıktığında güller açtım. Yalnız Anthony'in sesi bize biraz tuhaf geliyordu. Kesik ve cızırtılı gibi. 2. şarkı Dani California'da bu biraz gider gibi oldu. Canlı canlı konser izleyip, dinlerken  ses sisteminin gazabına da uğramak böyle oluyor herhal! Flea'nın oradan oraya koşturması, Anthony'nin sadece şarkımı söylerim arkadaş hali, Josh'ın sakat haliyle elinden gelenin en iyisini yapması ve cool duruşu, Chad'in sakin enerjisi... her şey harikaydı. İşkencemiz başlarda sakin olan, hareketlerimi, nefes almamı kısıtlamayan çevrenin giderek artmasıyla başladı. Konser deneyimlerim henüz istediğim şekilde rekor seviyeye ulaşmasa da; konserlerde şunların olması gerektiğini biliyorum: rahat hareket edeceksin, yemek kokuları arasında boğulmayacaksın, bayılma tehlikesi yaşamayacaksın... bunların tersi bu konserde mevcuttu işte. Siz kapasiteyi aşmış bir alana o kadar insanı sokarsanız böyle olur. Anladığım kadarıyla sadece vip, en pahalı biletleri alanlar yani sahneyle aralarındaki en az olanlar bu konseri rahat ve mutlu izledi. Kategori 1'ler dahi isyandaydı hatta konseri bırakıp gidenler bile var.

Sinirimiz bozulsa da, yine de konserde eğlenmesini, şarkıları boğazımız kuruyana kadar söylemesini bildik biz. I'm with You albümü kapsamında gerçekleşen dünya turunda olan bu adamların playlisti de bence iyiydi. Hem yeni albümden hem de eski klasik şarkılardan herkesi memnun edebilecek parçalar çalındı. Tabi ki kimseyi memnun edemezsiniz; kimisi Snow çalmadı, kimisi Breaking the Girl çalmadı, kimisi de Me and My Friends yoktu kii:((.. demiştir, diyecektir. Boşa.. İlhan Erşahin'le olan Did I Let You Know' da coştuğumuz, By the Way ile yaşa başa bakmadan hoplayan, dans eden bir topluluğun yanındaydık biz. Anthony'nin konser ortasında ev satın alma mubabbetinden sonra pek konuşmaması, bütün konuşmaları sanki Flea yapacakmış gibi anlaşmışlardı sanki:) Ezan sesini her zaman duyduğumuz için şanslı olduğumuzu söyledi. Konser bitimine yakın yine içindeki sevgiyi bize boşalttı, Chad bagetlerini izleyiciye attı. Tabi bu bagetleri kimlerini alabildiğini tahmin edebiliyordum. Çıkışta yaşayabileceğimiz ahiret kalabalığına rağmen o muhteşem Final Jam'i bile izledik. Adamların gitar soloları, enerjileri harikaydı. Geceden kalan tesellilerimizdendi onlar. Çıktığımızda yaşadığımız eve varış hikayemiz için ise şükür doluyum. Çünkü gecenin bir köründe ne taksi bulabildik, ne de dolmuş, ne de başka bir ulaşım aracı... Yakın olan evimize ancak 1 gibi varabildik, o da tanımadığımız insanların aracına binerek. 

Sağ ve salim evde olmak, böyle kötü organizasyonlar olmasın diye ümitlenmek, Red-Hot-Chili-Peppers ve Suck My Kiss...

not: fotoğraflar Dilan Bozyel'e aittir.

Modern Muzip Sanatlar

Unutamadığım bir salı günü yolumun düştüğü İstanbul Modern, beklentilerimi aşan gerçekliğin evrensel kümesi; yerküre üstündeki happy zone'um; külliye-i mutluluk olarak nitelendirmeyi seçtiğim özel bir yerleşke benim için. Yani İstanbul Modern deyince akla gelen ilk şey olan sanat kavramını daha ilk buluşmamızda aştığını ve benim için ondan çok daha fazlasını ifade ettiğini ve her bir araya gelişimizde bunun da ötesine geçerek beni şaşırttığını anlatmak istiyorum. İşte öyle günlerden birinde Burhan Doğançay'ın duvarlarına karşı başlayan serüvenimiz, The Dears'ın denize nazır boğaza karşı konseriyle devam etti ve bu rüyalar mabedi yine yaptı yapacağını.

19 Temmuz'a uzanan bu güzel temmuz haftasını Morrissey'ye niyet The Dears'a da kısmet olarak yorumlamak mümkün. The Tea Party ile aynı havayı soluduklarından mıdır, gönüllere, kulaklara aynı topraklardan doğup döküldüklerinden midir bilinmez; insana hemen yakınsayan soundlarıyla Tophane'deki o günü dolu dolu, neredeyse mükemmel geçirmemizi sağlayan grup. Ölmeden önce kanlı canlı izlenesi, dinlenesi, takip edilesi gerekenler listesinden konser sonrası silinen grup da aynı zaman yaşadıklarımızla, yaşattıklarıyla. 



Ve artık İstanbul sadece Modern değil; İstanbul Sevgi, İstanbul Aşk...